SAMİRİ'NİN İNEĞİ, MUAVİYE'NİN SARAYINA BAĞLANMIŞTIR!..
" (Allah): " O halde haberin olsun ki " dedi, " senin ardından Biz kavmini sınadık; ve Sâmirî onları yoldan çıkardı. " ( Tâha sûresi, âyet 85)
" Salih amel" vahyin ilk yıllarında sorumluluk bilincinin doğal sonucu olan " sorumlu davranış" vurgusu taşıyordu. Zira henüz imana uygun davranışlarla ilgili âyetler inmemişti.
Bunlar indikten sonra bu ifade " Allah'ın razı olduğu imana uygun davranışlar" vurgusu kazandı. İmanın iktidara kavuştuğu Medine'de kök manasına dönerek " imanla uyumlu olan ıslah edici eylemler" vurgusu kazandı.
Yani: Onları yeterince eğitmeden... Toplumsal dönüşümün emek ve zahmet isteyen bir süreç olduğunu ifade eder. Sâmiri'nin özel bir isim olmadığı açık. Filistin'de Nablus civarındaki bir yerleşim birimi olan " Samire'ye veya Samiriyye'ye mensup olan anlamında bir nisbet ismi olabilir.
Veya eski Mısır dilinde " yabancı" anlamına gelen şimir'in Arapçalaşmış şekli de olabilir. Bu veriler söz konusu kişinin, İsrailoğullarıyla birlikte çıkan Mısır yerlisi mü'minlerden biri olmadığını, daha farklı bir etnik kimliğe ait olduğunu akla getirmektedir.
O, farklı düşündüğünü ve inandığını, Hz. Musa'nın getirdiği inanca itibar etmediğini ifade etmektedir. Buna rağmen İsrailoğularının arkasına takılarak Mısır'ı terk etmiş olması, onun Mısırlıların baskısından kurtulmak isteyen küçük bir göçmen azınlık mensubu oluşuyla açıklanabilir. " ( Kur'an Meali)
Dolayısıyla, İslam tarihinde Müslümanların yaşamlarına, inançlarına müdahale eden bir zihniyet bulunmaktadır ki, bu zihniyet mensupları takriben 83 yıl boyunca Müslümanlara eziyet etmişler, evladı Rasule ihanet etmişlerdir.
" Emevî akidesi, inançta " kader", düşüncede " idare-i maslahatçılık" , sözde " zalim imama itaatle" devam etmiştir. Kılıçlarla düzeltilen Ömer'den imanın zayıf noktasına geçilmiştir. El-dil -buğz aşamalarını yaşamıştır.
İslâm toplumu, Kaleler fetheden İslâm mücahitleri ve âlimleri " buğzdan kaleler"ine çekilerek bir savaş verdiğini sanmıştır. Ve bu buğzdan kaleler uzun dönem Müslümanların sığınağı olmuştur. " Hakikati söylemek"in çok iyi bir seviye olduğu döneme geçilmiştir.
Söze gümüş, sükûta altın hisesi verilmiştir. Önce iman-amel ayrılığı ile kalp ve düşünce arasındaki rabıta koparılmış, sonra " ümmetin selameti için susma" ile birlikte " söylem" de kalp-düşünceden ayrılmıştır.
Bu dönem insanı için de " insan kader içinde kaybolmuş bir canlıdır" ya da " insan itaat eden bir canlıdır" diyebiliriz. Bu ahenk bozulunca artık düşünsel ya da cihadî faaliyet de işlevsizleşmiş ve İslâm toplumları artık huzur bulamamıştır.
Huzur inanılan İslâm'da değil; inanılan, düşünülen ve dile getirilen, kısacası yaşanan İslâm'dadır. Hakikat kekelemez. Kekelerse hakikat olmaktan çıkar. Söylenmesi gerekenin söylenmediği yerde hakikat olmaz. Rahmetli Ali Şeriati'nin " Bir yerde yangın varsa ve biri seni ibadete çağırıyorsa bilki o bir haindir." sözü bu anlamda önemlidir.
Bu anlamda İslâm tarihi içinde oluşmuş İslam-bilim ürünleri zannedildiği gibi bir zenginliğin değil;bu kekemeliği kabullenişin ürünleridir daha çok. Kelam, fıkıh berar kekeme bilimdir daha çok. Konuşmanın ( söylemenin) değil; konuşmamanın ( söylememenin) sanatıdır bu ilimler.
İslâm düşüncesi aslında kalbi dilsiz, düşüncesi kekeme bir toplumun bülbül gibi şakımasıdır. Osman (ra) ve Hüseyin'in şehadetinde , sahabeler arası çekişmelerde, İslâm adı altında kurulan imparatorlukların zulmünüde kekelenen Müslüman toplumu, bugünleri getirmiştir beraberinde.
Ve bu, ' ashabı kehf'in ki gibi nitelikli bir susma da değildir. Samiri'nin ineği Muaviye'nin sarayına bağlanmıştır ve binlerce yıldır ne o inek o saraydan çıkmıştır ne de o saraydan ( ve onun devamı olan saraylardan) Müslümanların derdine deva olacak bir şey.
Üstelik bu kekeçlik bu konuda sadece kekelenmekle kalınmamış, bu kekeçlik kutsallaştırılıp korunmuştur. Bir dini âlimlerinin ictihad kapısının kapandığını iddia edecek noktaya gelmesi sadece düşünceye değil, söyleme de hatta inanca da vurulmuş en büyük darbedir." ( Nida, sayı 179, sayfa 30-31, N. Altındağ)
Bu düşünce sahibi kardeşi kutluyorum. Keşke, bilginlerimiz, alimlerimiz, tarihçilerimiz, fikir adamlarımız bunu konuşabilseydi!.. Ne mihrab insanları, ne kürsü adamları bunları telaffuz edemiyorlar.
Netice olarak;
Çünkü, Muaviye'nin kurmuş olduğu baskıcı sistem, alternatifsiz sanılan sistem el'an halen yaşanmaktadır. Örneğin, şu Ramazan günlerinde camilerimizde tıklım tıklık cemaatlere hatimler okunmakta, dinlenilmekte, Kur'an takibi yapılmaktadır.
Soruyorum, dinleyen, takip eden insanların kaçta kaçı, bu okunan Kur'an'dan nasiplenmekte, anlamakta ve emirlerini yaşamaktadır?
Kekeme durumuna düşürülmüş olduğumuz için, sadece güzel sese kafa sallıyor, okuyanın düzgün çıkarmış olduğu mahreci huruflara dikkat ediyoruz. Varmı ki, gunnesinde hata yapılsın, idğamında kusur oluşsun, meddi tabii biraz fazla çekmiş olsun, azıcık kısa tutsun,
Ama, diğer taraftan, kral Muaviye'den bu yana anlamadan okunan Kur'an'lar, hatimler, hele binbir hatimler diz boyunu geçmiş, ama, kekeme olduğumuz, kekeme durumuna düşürülmüş olduğumuz için, sevap düşüncesini atlayıp, Müslüman olma, millet olma, Kur'an'ın devlet olması düşüncesini kat'iyyen yokluyamıyoruz.
Boşuna aramayalım Hz. Ömer'in dönemini!.. Kekeme olmayan asude yılları!.. Muaviye'den sonra, tarikat, şefaat İslam'ın eve kapanması, kadınların camiye, mescide gitmeleri yasaklanmış o gündür bu gündür gittikçe ağırlaşıp gitmektedir.
Demek ki, iş bitmiş, Musa'nın olmadığı bir yerde Samiri'lik almış başını gitmektedir. Ama , nereye kadar gidecek, Samiri cenahının hünerleri, dalkavuklukları, aldatmaları, kandırmaları ve anlamadan okunan Kur'an'lar?... Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir
Facebook Yorum
Yorum Yazın