İNSANLIĞIN ASIL MİLADI
İNSANLIĞIN ASIL MİLADI; HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBER OLMASIYLA BAŞLAMIŞTIR !..
" Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti. " ( Rahmân sûresi, âyetler 1,2, 3, 4)
" De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve ümmî Peygamber olan Resûlüne-ki o, Allah'a ve O'na uyun ki doğru yolu bulasınız." ( Araf sûresi, âyet 158 )
" De ki: Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Ben de yapacağım! Yurdun ( dünyanın) sonunun kimin lehine olduğunu yakında bileceksiniz. Gerçek şu ki , zalimler iflah olmazlar." ( En'âm sûresi, âyet 135 )
Hakikaten, Peygamberler tarihini tetkik ettiğimiz zaman görmüş oluruz ki, Resuller içerisinde en büyük insanlık inkılabını, değişimini, farklılığı Resulullah (sav) yapmıştır.
Hz. Peygamber (sav)'in, on üç yıllık Mekke çilesi, mihneti, iman kavgası, Mekke'nin ileri gelen zorbaları ile cihadı, boğuşması ve sonucunda da zafere yürümesi bu mes'elenin en büyük göstergesidir.
Sonrası, on yıllık Medine hali, beşeriyetin menfaati, faydası için getirmiş olduğu yenilikler, devrimler, özgürlükler; insanlığın asıl miladının Hz. Muhammed ( sav) 'ile başladığının kanıtıdır. Dolayısıyla,
" İnsanlığın asıl miladı Hz. Muhammed'in peygamber olmasıyla başlamış, böylece yepyeni bir düşünce gelmiş, dini ve ilmin alanı bütün, dediğimiz zaman bir gerçeği ifade etmiş oluruz. Onun için milat, Hz. İsa'nın doğumu değil, Hz. Muhammed'in peygamber oluşu olmalıdır, diyoruz.
İslam düşüncesinin şekillenmesinde en önemli rol oynayan şahsiyet, hiç şüphesiz İmamı Azam Ebu Hanife'dir. bir çeşit üretme makinesi diyebileceğimiz tüme varım metodunu insan beynine yerleştiren Ebu Hanife, yapmış olduğu düşünce tasnifi ile eskiden beri, Sokrat ve Aristo'dan beri yürürlükte olan kesin bilgilerin yanında zayıf bilgilerin de olduğunu ve bunların da insan hayatında uygulanıp fayda sağlaya bileceği gerçeğini ortaya koydu.
Ebu Hanife İslam'ı, hak ve vazifeler ama düşünce ve uygulamadaki hak ve vazifeler diye ve her alandaki hak ve vazifeler diye anlamış; iman, amel ve ahlak ya da kelam fıkıh ve tasavvuf ayrılığına taraftar olmamıştır.
Ebu Hanife bu üç alanı da fıkıh şemsiyesi altında toplar. Çok enteresandır, Auguste Comte da bütün sosyal ilimlerin sosyoloji şemsiyesi altında toplanmasını istemiştir.
İlk dört halife devrinde fıkıh amelî idi. Sahabiler bir mesele hakkında Kitap sünnet ve rey içtihadı ile hüküm veriyorlar, böylece bu, benzer olaylar için bir fıkıh kuralı oluyordu. Bu dört halifenin hüküm ve davranışları ile kitap ve sünnet arasında bir ayrılık, aykırılık ve farklılık söz konusu değildi.
Emeviler devrinde ise durum değişti. Daha ilk halifeleri siyaset öyle icap ettiği için babasının zina mahsulü oğlu Ziyad b. Ebihi nesebine geçirmiş, bunun, " Zina eden mahrum olur", hadisine aykırı düştüğü uyarısına aldırmamıştı." ( Nida Dergisi, O. Eskicioğlu, sayı 139, sayfa 50)
İşte, Ebu Hanife (ra); sahabeden sonra, üstlenmiş olduğu İslam davasını, çekmiş olduğu tüm çilelere, sıkıntılara, ızdıraplara, kötülüklere, baskılara, işkencelere, zindan hayatına rağmen, dur, durak bilmeden yürütmüş, bu gün elimizdeki " İslam fıkhını" ortaya çıkarmıştır.
Ama, ne hazindir ki, gelenekçi kesimler, atalarcı zümreler, Ebu Hanife'nin, çekmiş olduğu sıkıntıları, musibetleri ele almazlar, onu, elli beş defa hacca gönderirler, kırk yıl yatsı abdesti ile sabah namazını kıldırırlar.
Hatta, daha olmadı, Hz. İsa'yı; gökten indirerek, Ebu Hanife'nin mezhebine intisaplı hale getirirler. Ne kadar çirkin, ne kadar ayıplanacak bir anlatım değil midir? Onun içindir ki;
" Gerek ilk halifenin ve gerekse Ömer b. Abdilaziz dışında kalan sonrakilerin devlet idaresinde sünnet ve Raşid halifelerin yolundan ayrılmaları karşısında uyarıların fayda vermediğini gören sahabe ve tâbiûndan büyükler daha çok Hicaz'da ve özellikle Medine'de Sünnetin tespit edilmesine Kitap ve Sünnete bağlı nazarî bir fıkhın yani fıkıh hükümlerinin tedvin edilmesine yöneldiler.
Onlar bu davranışlarıyla hem ilim hem de uygulama halinde gerçek İslam'ın korunmasına çalışıyor, aynı zamanda devleti idare edenlere tepki göstermiş oluyorlardı." ( a. g. d. sayfa 50)
Aziz Peygamberimiz, sanki Hz. Ali (ra)'dan sonraki devirleri, dönemleri görürcesine, etrafında toplanan sahabelerin öylesine dikkatlerini bu noktaya çekiyor ki, dikkatli olmalarını buyuruyor:
" Resulullah hutbede derki " Korkum; sizin fakirliğe düşmenizden değildir. Asıl korkum şundandır; dünya bütün zenginliği önünüze serilir, tıpkı sizden önceki milletlere serildiği gibi... Sonra dünya malı için birbirinizle rekabete girişirsiniz, tıpkı sizden öncekilerin yaptıkları gibi... Sonunda bu rekabet sizi helak eder, tıpkı sizden öncekileri helak ettiği gibi. " ( Buhari; Rikak, Müslim; zühd, Tirmizi; kıyame, İbni Mâce; fiten.)
Netice olarak;
Gerçekten, tüm insanlık için bir milad olan Resulullah (sav)'in ümmetine sunmuş olduğu arı, duru, berrak, tertemiz İslami nizam; kendisinden kısa bir zaman sonra inkita uğratılmış, ırkçılığa, menfaate, dünyevi menfaatlere kurban edilmiştir..
İş bununla da kalmamış, Beni Ümeyye sülalesi, İslam'ın bünyesine müsait ve uygun olmayan, tamamen zıt ve aykırı olan hanedanlığı, kabileciliği, kralcılığı sokmuştur.
Bu sebepledir ki, Resulullah (sav)'in, ümmetine emanet etmiş olduğu İlahi nizam, yüce İslam, Hasan'ül-Basri, Ömer bin Abdilaziz, Ebu Hanife nice gibi müçtehidler tarafından diriltilmeye çalışırken, onların da başlarına bin bir türlü gaile, sıkıntı açılmıştır..
Bir kere, Ahmed bin Hanbel'in çekmiş olduğu mihnet dolu bir hayatı unutmamız mümkün değildir. Çünkü, Beni Ümeyye kralları için, geçerli olan dünyevi haz, tatmin, zenginlik, kadın, işret, içki, çengi oynatmak vb. geçerli akçe idi!.. Selam ve dua ile..
Şerafettin Özdemir
Facebook Yorum
Yorum Yazın