Muhafazakarların en büyük problemi aşağılık kompleksi

  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Yorumlar
Muhafazakarların en büyük problemi aşağılık kompleksi
Muhafazakarların en büyük problemi aşağılık kompleksi. Bu kompleksin sebebini sosyolojik olarak açıklamaya çalışmakla birlikte anlamak da kolay değil. Çünkü özenilen bu kültürel iktidar sahiplerinin düzeyi de eskisi gibi değil.....

'Kof bir kültürel iktidar için komplekse kapılmak yersiz'

Son günlerde yeniden alevlenen orta sınıf muhafazakarlara ilişkin özeleştirileri değerlendiren Dr. Oğuzhan Bilgin, “Muhafazakarların en büyük problemi aşağılık kompleksi. Bu kompleksin sebebini sosyolojik olarak açıklamaya çalışmakla birlikte anlamak da kolay değil. Çünkü özenilen bu kültürel iktidar sahiplerinin düzeyi de eskisi gibi değil. Esas büyük çöküş ve lümpenleşme orada. Bu kof kültürel iktidar için bu kadar komplekse kapılmak enteresan.” diyor.

Kendimize vurmayı çok seviyoruz. Bu ülkede ‘muhafazakar’ ve ‘dindar’ların kendini eleştirdiği kadar hiçbir toplumsal kesim kendini hesaba çekmiyor. Yaşanan sosyolojik değişimlerin faturasını iktidara kesmek ise son günlerin popüler sporu. Elbette hibrit muhafazakar tipolojisinin iğreti halleri çoğumuzu rahatsız ediyor. Ancak birbirimizi vurmak ve canımızı yakmak yerine neden kapitalizme ve modern hayata sorgusuzca biat eden bir toplum halini aldığımızı ve buradan çıkış yollarını konuşmaya ihtiyaç var. Meseleye serinkanlı bir biçimde yaklaşıp akademik anlamda tartışmaya açan isimlerden Dr. Oğuzhan Bilgin ile muhafazakarların dönüşümünü, komplekslerimizi konuştuk. 

Muhafazakarların seküler hayat konusunda bu kadar talepkâr olmasını neyle açıklıyorsunuz? Bu ikili hayat beraberinde tutarsızlık ve samimiyetsizliği de getirmiyor mu? Bu anlamda muhafazakar dediğimiz kitle kimlerden oluşur?  

Daha kültürel saiklerle hareket eden ve Edmund Burke’ün Fransız Devrimi’ne karşı takındığı eleştirel bir tavra benzer şekilde tarihî olarak modernist, yıkıcı devrimlere karşı reaksiyoner olarak politik tepkiler veren muhafazakârlarla, daha ideolojik kaygılarla ve doktrinel düzeyde pozisyon almış olan Türk İslamcı hareketlerini birbirinden ayırmakta fayda var. Ortalama Türk muhafazakarından kastettiğimiz kitle de homojen bir kitle değildir. İçinde dini tüm yönleriyle yaşamaya çalışan ama yine kendi içlerinde ‘din’den anladıkları bakımından farklılıklar bulunan bir kitle olduğu gibi hem Cuma namazına gidip hem de arada rakısını içen ama din, vatan, millet gibi ‘beka’ meseleleri söz konusu olduğunda her şeyini feda edebilecek bir muhafazakarlık biçimine de Anadolu’da rastlanabilir. Tıpkı diğer Ortadoğu ülkelerine kıyasla kadınlar arasında başı açık muhafazakâr kadınlara çok daha sıkça rastlanabileceği gibi. Belki de Türk muhafazakarlığının bu heterojen yapısı pek çok Ortadoğu ülkesine göre ayırt edici özeliklerinden birisini oluşturuyor. Yani sınırlarını çizmek de kategorilendirmek de kolay değil. Belki bazı ortak paydalardan yola çıkılarak genel bir çerçeve çizilebilir. Bunlar da Tanzimat’la başlayıp, Cumhuriyet döneminde sertleşen yıkıcı, self-kolonyalist kültürel Batılılaşmacılığa karşı çok da sistematik olmayan bir kültürel direniş hareketi olması. Bu kültürel direniş hareketinin siyasileşmesinin önü önce Tek Parti rejimi ile sonra da darbelerle kesilmiştir. Şunu da eklemek lâzım: Burada yaygın kullanıma uygun olarak ‘muhafazakâr’ diye tanımladığımız tavrın Batı tipi muhafazakarlıktan (conservatism) ziyade ‘gelenekselcilik’ veya ‘mukaddesatçılık’ diyebileceğimiz çerçevede değerlendirilebileceğidir. Yani bu muhafazakarlığın Batı’daki benzerlerinin birçoğunun tersine toplumsal tabanını aristokratik zümreler değil o dönem daha çok tarım toplumunun egemen olduğu köylerde, kasabalarda Batılılaşmanın tüm baskıcılığına, eğitim ve kültür politikasına direnen kendi geleneksel, dini, milli, Fernand Tönnies’in kullandığı anlamda kendi ‘sosyolojik cemaatleri’ içerisinde yaşayan halk kesimleri oluşturmuştur. Zaten Batıcılığın ve daha özel bir türü olan Kemalizm’in bu kadar mutlak ve rahatlıkla, binlerce yıllık bir milletin kültürünü baştan aşağıya değiştirmeye çalışmasında bulduğu cesaret de devletin karşısında devlete direnebilecek kentli, siyasal, ekonomik ve toplumsal bir güç unsuru oluşturabilecek muhafazakâr bir sivil toplumun olmamasından kaynaklanmıştır. 

Batılılaşmadan modernleşilebilir mi?  

Muhafazakâr tavır Batılılaşmacı kültürelizme reaksiyonerdir ama modernizme kategorik olarak karşı gelişmemiştir. Bu nedenle muhafazakarların pragmatist olarak, dünyanın her yerinde olduğu gibi, modern piyasa ilişkilerine, modern siyasal kurumlar olan sekülerizm ve demokrasiye uyum sağlamaları da tedricen mümkün olmuştur. Muhafazakarlık bu nedenle modern-sistem içi bir harekettir asla İslamcılık gibi devrimci değildir. Burada Weber’den beri bildiğimiz toplumsal değişim süreçleri önemli oranda devlet zoruyla da olsa yaşanmıştır. Yani modernleşme tarihimizdeki esas mesele olan “batılılaşmadan modernleşebilir miyiz?” süreci kilit bir soru. Burada ortalama muhafazakarlar için dini, kültürel özü koruyarak moderne hayata adapte olma süreci pragmatist bir sentez anlamına geliyor. Ama hem burada ‘öz’den anlaşılan şey kişiden kişiye, toplumsal gruptan diğerine değişiyor hem de sentez kendisini ‘muhafazakar’ların her kesiminde aynı şekilde göstermiyor. Tutarsızlık olarak nitelendirebileceğimiz heterodoksilerin varlığı da işte bu tarz sistematiğe sahip olmamak halinden geliyor. 

HİBRİT BİR PROFİLLE KARŞI KARŞIYAYIZ  

Sonuçta modernite tüm araç ve kurumlarıyla, kapitalizm, rekabetçi demokrasi, sekülerizm ve bireyleşme-kentleşme-çekirdek aileye dönüş, eğitimlileşme ve meslekleşme birçok çelişki ve tutarsızlığı da beraberinde getirebilen, aynı bünyede barındırabilen hibrid bir profil karşımıza çıkarıyor. Ama bu konuştuğumuz şeyler pek çok Batı- dışı (ve hatta Batı) modernleşmesinde yaşanmış süreçler. Mesela faizle yatırım yapan Muhafazakâr- ve hatta İslamcı girişimcilerin varlığı tam da bu sorduğunuz tutarsızlıklara bir örnek teşkil ediyor. Veya bazı gösterişçi tüketim örnekleri, görgüsüzlükleri de bizim geleneğimizle uyumsuz tablolar ortaya çıkarıyor. Sosyolojik süreçler böyledir, olumlu ve olumsuz değişimleri beraberinde getirir. Kent merkezli geleneksel Müslüman Türk kültürünün imha edildiği, köydeki geleneksellik ve dinsellikle kentteki Batıcı kültürel hegemonyanın karşılaşmasının sonucunda ortaya çıkan durumun problemsiz ve çok tutarlı olması da beklenemezdi. Bütün Batı-dışı modernleşmelerde yaşanan ama biz de çok daha sert yaşanan bu süreç aynı bünyede, aynı ailede, aynı grupta çelişkili hallerin bir arada bulunmasını beraberinde getiriyor. 

Muhafazakâr kesimde 20 yıldır değişmeyen tek şey kadının kamusal alandaki varlığına ilişkin eleştiriler. Neden muhafazakârlar yaşanan değişim, dönüşüm ve savrulmanın sorumlusu olarak kadınları görüyor?  

Bu da maalesef çarpık modernleşmemizin bir hastalığı. 28 Şubat darbecisi Kemalistler de, bazı İslamcı grup ve İslami cemaatler de erkeklerden çok kadın bedeni üzerinden sınırları, iyi-kötü ayrımını yapmayı tercih etmiştir. Bazı İslamcı yazarlara veya gruplara baktığımız zaman “kötü örnek” olarak aktarılan hikâyelerin çoğunlukla kadınlar üzerinden anlatıldığını görüyoruz. Mesela yıllardır başörtülü kadınların cipe binmeleri mesele ediliyor. Aynı şey gözlükleri veya diğer aksesuarları için de geçerli. Üstelik aynı cinsiyetçi kısıtlamayı gündelik hayatta Kemalist fanatiklerde de görüyoruz. İslam dini sadece kadınlara inmiş gibi, bütün dini normları, yasakları kadın bedeni üzerinden tanımlayan, kadınlara kaliteli yaşamayı, kariyer ve eğitim süreçlerini günah gösteren bu dil cinsiyetçi olduğu kadar iptidai ve bir o kadar da İslami olmayan ithal bir dildir. Mesela siz bu söz konusu insanların erkek bedeni veya erkek tesettürü üzerinden konuştuğunu, vaaz verdiğini, yasaklardan bahsettiğini kaç kez duydunuz? Bu din sadece kadınlar için mi indi? Üstelik bu dil 28 Şubatçıların muhafazakâr kadınlara yaptığı baskının, gösterdiği muamelenin simetriğini yapmakta, halihazırda plazalarda, üniversitelerde ve pek çok sivil-sosyal alanda ötekileştirmeye maruz kalan muhafazakâr Türk kadınını kendi mahallesinden vurmaktadır. 28 Şubat hegemonyasına rıza gösteren ve aynı ezberleri, zihniyeti sözde İslamcı bir yerden tekrarlayan bu anlayış kompleksli bir anlayıştır ve kınanmalıdır. Türk kadını, tarih boyu, diğer Müslüman veya gayrı-müslim kadınlara göre hep daha güçlü olmuştur. Bu da bin yıllarca süren göçebe toplumsal hayattan gelen bir durumdur. Çünkü yerleşik tarım toplumlarının tersine göçebelik güçlü kadın rollerine dayanır. 

28 Şubat darbesi kadınların hayatında köklü değişimlere yol açtı. Kadınlar güçlendikçe 1990 model kadının yeri evidir ezberinin öne sürülmesi yaşanan ‘değişim’in neresine denk düşüyor?  

Dindar başörtülü kadının 28 Şubat’ta çektiği zulüm, eğitim hakkı için verdiği mücadelenin benzerini sekülerler vermiş olsaydı bugün bu konuda 10 tane dizi, 20 tane film yapılır, düzinelerce şiir ve roman üretilirdi. Bu, Türk kadın hareketleri açısından hem çok trajik hem de çok destansı bir mücadeledir. Hem de hiç hakkı verilmeyen! Düşünsenize üniversiteyi kazanmışlar ve Kuzey Kore rejiminden ve ideolojisinden beter bir Kemalist darbeci rejim tarafından kıyafetleri nedeniyle en temel insan hakkı olan eğitim hakkı ellerinden alınıyor. Üstelik üniversitede! Yani üniformanın olmadığı bir yerde. Buna direnen, eylem yapan, yasağı arka bahçeden delip peruklarını o faşist aptalların gözlerine sokan kadınlar tabii ki buradan güçlenerek çıktılar. Bugün artık kâğıt üzerinde hiçbir yasak yok. Ama hâlâ gündelik hayatta, kariyer süreçlerinde özellikle de beyaz yakalıların bulunduğu işyerlerinde net bir kast sistemi var. Özel sektörde pek çok yerde başörtülü kadınlar ancak temizlik işçisi veya yemek işçisi olarak kendilerine yer buluyor. Çünkü bu durum çoğunluğu seküler olan Beyaz yakalı zümreyi rahatsız etmiyor. Onlar ancak beyaz yakalı bir başörtülü kadın çalışan gördükleri zaman tehdit olarak algılıyor, korunaklı alanlarına girilmiş hissediyor ve direnç gösteriyor. İşe alımlarda direkt elemeye çalışıyorlar. Size daha tuhaf bir şey söyleyeyim. Bu durum MÜSİAD üyesi işyerlerinde bile rastlanır bir durum. Yine vitrinde sekülerler, yine temizlikte başörtülüler. Bu ayrım sınıfsal bir hâl almış durumda. 

Müslüman kadının geleneğin ve örfün din adına dayattığı bir takım kabulleri, rolleri tartışmaya başlaması neden muhafazakar erkekleri bu kadar rahatsız ediyor? 

Çünkü geleneksel toplumdan çıkıldıkça, kadın eskisine göre eğitimli ve meslek sahibi oldukça erkek kendini yetersiz hissetmeye başlıyor. Babasının, dedesinin otoritesini kuramayacağını düşünüp otorite kaybı yaşıyor. Bu aslında sadece muhafazakarlara özgü değil ama galiba en sert bu kesimde yaşanıyor. Çünkü sekülerler pek çok geleneksel değerden koptuğu gibi ataerkillikten de koptular. İşte bu da eskisi gibi ev hanımı olmayı kabul etmeyen, yüksek öğrenim gören, kariyer yapan, kamusal hayatın her yerinde var olan yeni muhafazakâr kadın profilini ortaya çıkarıyor. Bu da aynı zamanda kadının şık, bakımlı, lüks tüketen, orta sınıf yaşam tarzına sahip olmaya başlaması demek. Erkek de bu otorite kaybını dış görünüş ve tüketim tarzlarına müdahale etmeye çalışıp, yasaklar koyup bunu dinle meşrulaştırarak telafi etmeye çalışıyor. İşte bu yüzden soruyorum: Hemen hemen aynı yasaklar erkekler için geçerli değil mi? Bunu konuşan yok. 

Kentli muhafazakâr eğitimli çocukların bir kısmının asimile olduğunu söylüyorsunuz. Neden?Çocuklarının asimile olmasına engel olamayan “muhafazakar”lar iddialarını kaybetmiş sayılmaz mı?  

Yaşlılarla gençler arasındaki iletişim çok zayıflamış durumda. Çünkü aralarında yalnızca kuşak farkı yok, baştan aşağı farklı toplumsal yapıların ürünleri. Taşralı veya yeni kentli yaşlı kuşak, kentte doğmuş, ikinci ve üçüncü kuşak üniversiteli, bireyleşmiş, çekirdek ailenin evlatları olan gençleri anlayamıyorlar, ikna edemiyorlar. Tersine reaksiyon gösterip daha çok itiyorlar. Tönnies’in ifadesiyle cemaatten cemiyete geçişi ifade ediyor bu kuşakların farklılaşması. Maalesef burada kültürel hegemonyanın ciddi bir etkisi var. En başta eğitim sistemimiz hâlâ 17 yıldır dokunulamayan bir kurum olarak, adeta CHP Parti Okulu müfredatına sahip. Kemalizmin kültürel hegemonyası esas orada nüfuz ediyor. Yetmiyor, küresel düzeydeki Batılı kültür, sosyal medya, dizi, oyunlar ve pek çok vesile ile gençlerin akıl ve gönül dünyalarına hükmediyor. 

Muhafazakarlara yönelik özeleştirilerde erkekler hiç söz konusu edilmiyor. Muhafazakâr yetişkin erkekler bu süreçten hasarsız mı çıktı?  

Büyük değişim erkeklerin bakımında, kılık-kıyafetinde, lüks tüketiminde yaşandı. Sosyalleşme biçimleri ve mekanları değişti. Geleneksel hayatın yerini aşırı rekabetçi piyasa ilişkileri ve hırsı alırken erkekler de güç ve paranın cazibesine kapıldı. Kadınlar da farklı sayılmaz. Sosyalleşme biçimlerinin networkler oluşturma, iş ve çıkar merkezli dünyevi ortamlara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Modernleşme bu demek zaten. Bunun dışında kalmak da hiç kolay değil. 

DEVLET POLİTİKASIYLA KÜLTÜREL İKTİDAR OLMAZ  

Kentli olmayı ‘yaşam ve giyim tarzı’nın  benzeşmesi zannediyoruz. Peki neden aynı çabayı sanatsal, kültürel ve entelektüel bir zemin oluşturma konusunda göstermiyoruz? 

İşte esas eleştirilecek nokta burası. Saçma sapan şeyleri kafaya takıp eleştirmek yerine bir toplumsal grubun kültür hayatında nasıl bu kadar zayıf kaldığının, bunda sivil toplumun ve devletinin rolünün tartışılması gerekiyor. Yoksa muhafazakârlar “kültürel iktidar bizde değil, çocuklarımızı asimile ediyorlar” diye çok ağlarlar. Çünkü orta-sınıf şehirli toplumsal zümreler kültür hayatı talep ederler. Muhafazakârlar henüz kendi yeni oluşan orta-sınıflarında ne bu talebi tam oluşturabildiler ne de bu talebi karşılayacak potansiyel ortaya koydular. Talep sahibi üniversiteli gençlik de seküler etkiye maruz kalacakları kültürel ortamları tercih etmek durumunda kaldılar. 

Beyaz Türklerin ve onlara ait sermayenin oluşturduğu bir kültürel iktidar var. Yayınevleri, galerileri, festivalleri, sanat kurumları ile belirleyici konumdalar. Muhafazakâr sermaye neden kendini gerçekleştiremedi bu alanda?  

Bizim muhafazakarların (özellikle de bazı İslamcıların) en büyük problemi aşağılık kompleksi. Bu kompleksin sebebini sosyolojik olarak açıklamaya çalışmakla birlikte anlamak da kolay değil. Çünkü özenilen bu kültürel iktidar sahiplerinin düzeyi de eskisi gibi değil. Ne eskisi gibi edebiyatçılar, ne eskisi gibi şair veya fikir adamları var. Esas büyük çöküş ve lümpenleşme orada. Bu kof kültürel iktidar için bu kadar komplekse kapılmak enteresan. Burada iki problem daha var. Birincisi taşralı, yeni zengin sonradan görmeliği. Onların değil ama ümit ederim onların çocuklarının kültürel hayata dair idealleri, hassasiyetleri oluşur. İkinci problem de her şeyi devletten, devletteki her şeyi de Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan beklemek. Kültürel iktidar sadece devlet politikasıyla olunmaz. Esas olarak sivil alanın öncü rolü bulunmaktadır. 

"Özenilen kültürel iktidar sahiplerinin düzeyi eskisi gibi değil. Esas büyük çöküş ve lümpenleşme orada." 

SOSYOLOJİ BİLMEYEN HER ŞEYİ SİYASETLE AÇIKLAMAYA ÇALIŞIYOR 

Muhafazakâr yaşlı ve genç kuşak arasında en belirgin farklar neler? 

Açık konuşmak lâzım. Gençlerin önemli bir kısmı daha az muhafazakâr. Geriye kalan kısmının da muhafazakarlık anlayışı yaşlı ve orta-yaşlı kuşaklardan farklı. Mesela burada genç kadınlar ekseninde konuşursak, az önce muhafazakâr olmak için kesinlikle başörtülü olmak gerekmediğini söylemiştim ama yine de en belirgin sembol olduğu için o örnekten gideyim. Şu anda Kemalist paranoyaların tersine, her geçen gün başörtülü kadın sayısı ve oranı düşüyor. Annesi başörtülü olup da kendisinin başı açık olan kızların oranı yüksek. Özellikle son 1-2 yılda benim bile arkadaş çevremde başını açanlar oldu. Tabii ki bu yakın zamanda FETÖ’nün propagandasını yaptığı türden bir şey değil, daha farklı. Yani siyasal bir tepki sonucunda olmuyor bu. Her modernleşen toplumda karşılaştığımız sekülerleşme trendiyle alakalı bir şey. Zira sosyal medya hesaplarında Fetö ve BBC bunu AK Parti ile ilişkilendirerek kampanya yapıyordu. Baştan söyleyeyim toplumda bir sekülerleşme var. Bu sekülerleşme muhafazakâr kesimde de yaygın ama zannedildiği gibi bunun AK Parti iktidarının yarattığı bir reaksiyonla alakası yok. 1960’daki Türk toplumu, 1950’dekine, 1980’deki, 1960’a, 2019’daki de 2002’ye göre daha sekülerdir. Bu dünyadaki bütün modernleşen toplumlarda görülen bir süreçtir. Bunun devletle, siyasetle alakasını kurmak zordur. Ancak sosyoloji bilmeyenler her şeyi siyasetle açıklamaya çalışırlar. 

Komplekslerimiz, taşralı ezikliğimiz ne kadar sınıf atlasak, zengin olsak değişmiyor. Bu vasatın aşılamamasında kent soylu olmayışımız mı yoksa kentli olmanın gereklerini doğru anlamayışımız mı yatıyor?  

Kesinlikle bunun etkisi var. Kentsoylu olmak birkaç kuşakta olabilen bir şey ve kültürel hegemonya meselesi önemli. Hegemonya dediğimiz şey Gramsci’den beri biliriz ki kendisine karşıt olanların rızasını kazanarak varlığını yeniden üretir. Bizde de Batıcı-Kemalist kültürel hegemonya muhafazakârlar tarafından yeniden üretiyor. Bu da zaten hegemonyayı rakipsiz kılmaya devam ediyor. Bunun siyasette de etkisi var. Bu eziklik uzun süre İslamcı çevrelerde liberallere öykünmeyi, onların dilinin etkisinin altına girmeyi getirdi. Aynı şey yine diğer bir muhafazakâr hareket olan ve benzer süreçleri yaşayan ülkücüler için de geçerli. Son dönemde Kemalist-sol, MHP’den kopmuş ülkücülerin önemli kısmını devşirmiş durumda. Çünkü hep özenilen, öykünülen, eziklik hissedilen Beyaz imaj bir süre sonra kavruk Anadolu evladını kendisine benzetebiliyor. 

Gelinen noktayı arabesk romantizmle yok saymak kötü bir hamasettir 

Toplumda hiçbir kesime yapılmayan eleştiri ve özeleştiri muhafazakarlara yapılıyor. Neden?   

Muhafazakârlar arasında toplumsal değişmeden dolayı ve modern kurumlarla yoğun etkileşim sonrası çeşitli gariplikler, tuhaflıklar görebiliyoruz. Bir sonradan görmelik hali. Bu da anlaşılır çünkü bu ülkenin en geç kentlileşen kesimi genelde muhafazakâr taşralı aileler ve onların çocuklarıdır. Buradaki tuhaflıkları, AK Parti siyasetindeki ve teşkilatlarındaki bazı problemleri eleştiren yazılar uzun süredir var. Bu eleştirilerde şikâyet edilen unsurların birçoğu haklı olabilir. Ama iki temel mesele var. Birincisi bu eleştirilerde bir yöntem yok, tekil örnekleri genellemeye yönelik toptancı bakış var. Mesela sadece nargile kafelerden kalkarak büyük bir manevi çöküş halinden bahsedilebiliyor. Veya başörtülü kadın cip kullandığında “Müslümanlarda ahlak elden gidiyor” yazıları çıkabiliyor. Böyle saçma bir genelleme olmaz. Örneklem de uymaz. İkinci temel mesele de toplumsal meseleleri veya siyasal meseleleri yine genelleyip bu sefer de “2002’den beri iyileşen bir şey yok, her şey eskiden kötüydü, hâlâ kötü” demek. Bu ya körlük ya da insafsızlık. 2002’den önce bu ülkede muhafazakarlara, dindarlara, İslamcılara tabirimi mazur görün, yarı-insan veya zenci uşak muamelesi yapılıyordu. En temel insan haklarından yoksun, hiç kıymet verilmeyen, adam yerine konulmayan, siyasal partileri kapatılan, piyasa ilişkilerine, okullara, kamu istihdamına sokulmayan ve kültürel hayatta hep aşağılanan. Ayrıca din de ülkenin kamusal hayatından çıkarılmıştı. Türkiye’nin Amerikan karakolu bir üçüncü dünya ülkesinden bugün itibariyle küresel bir aktör olmasına, dünya Müslümanlarının hamisi olmasına hiç girmiyorum bile. Bunları tuhaf bir arabesk romantizmle yok saymak kötü bir hamasettir o kadar. En nazik ifadesiyle. 

Kimse bir asr-ı saadet edebiyatı yapamaz

Muhafazakarların yaşadığı “savrulma” ya da sosyolojik terminoloji ile toplumsal değişimlerle ilgili olarak “felaket senaryosu yazmayı gerektirecek durum yok” diyorsunuz. Siz nasıl görüyorsunuz bu değişimi? 

Türk modernleşmesi genel olarak çok travmatik, muhafazakârlar da kendi payına düşeni alıyor. Sorunlar var ama Türkiye’de eskisine göre muhafazakarlar pek çok kritere baktığımız zaman daha ileride, daha özgür, daha güçlü. Kimse kimsenin dindarlığına veya ahlakına ölçüp not verecek sonra da çöküşten bahsedecek durumda da değil. Türkiye’nin yakın geçmişteki hali muhafazakarlar için o kadar kötüydü ki, kimse bir asr-ı saadet edebiyatı yapamaz. 

“Biz eskiden çok iyiydik, temizdik, masumduk” serzenişlerinin nedeni nedir?  

Bu köy romanlarını andırıyor. Köyler saflığı, temizliği sembolize ediyor şehirler kötülüğü. Burada da aynı anlayış var. Geniş aile içerisinde, cemaat formasyonunda, korunaklı alanlarda tabii ki geleneksel ve dini olan kendisini daha iyi ayakta tutuyor, insanlar daha ‘temiz’ kalıyordu. Çünkü koruyan mekanizmalar vardı. Şimdi o yok. Bireyci, kentli, rekabetçi bir toplumsal formasyonda, cemaatin dağılıp cemiyete dönüştüğü yerdeyiz. Yani yine sosyolojik bir dönüşümden bahsediyoruz ve kastettikleri gibi bunun siyasetle, iktidarla çok ilgisi yok. İktidarda başka bir parti de olsa bu sosyolojik süreç buraya gelecekti. Biraz sosyolojik bakış eksiğimiz var ülkede. 

Yaşanan toplumsal değişim bazılarımız tarafından kimlik kaybı gibi görülebiliyor ve hepimiz sık sık ‘neler oluyor bize’ diye soruyoruz. Sorun özeleştiri mi yoksa kullanılan dil ve dozu mu? 

Hem yöntemi yanlış, hem toplumsal süreçleri sadece siyaset üzerinden ve bir siyasal proje çerçevesinde okuyan dil de abartılı ve özgüvensiz. Memleketin sorunları muhafazakarla başlamış gibi, iyiyi görmeyen, kötüyü abartan, “bizden adam olmaz” ezikliğini taşıyan bu dil en çok sol medyada yankı bulup alkışlanıyor. Tabii ‘eleştiri’ denebilirse.

 

Diyanet Duyurular Sayfamız için TIKLAYINIZ

 

Diyanetliler Platformu  Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ

Dini Haberler Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ

 


  • 0
    SEVDİM
  • 0
    ALKIŞ
  • 0
    KOMİK
  • 0
    İNANILMAZ
  • 0
    ÜZGÜN
  • 0
    KIZGIN
Yeni Moda 'İslamcılık' Sahabe-i Kiram’a saldırmakÖnceki Haber

Yeni Moda 'İslamcılık' Sahabe-i Kiram’a...

Hafızlık eğitiminde çığır açacak proje devreye giriyorSonraki Haber

Hafızlık eğitiminde çığır açacak proje d...

Yorum Yazın

Başka haber bulunmuyor!