Kerbela Hadisesi ve Muharrem Orucu
Hazreti Hüseyin\'in Kerbela Çölü\'ne gitmesi ve sonrasında Kerbela Katliamı olarak bilinen olayları ve Muharrem Orucu\'nu sizler için derledik.
Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ
Ergün Munduz/Furkan Düzenli
Mevlana Celaleddin Rumi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı şeyi hissedenler anlaşır.” der. Aynı hislerle şiirler söylenir, şarkılar, ilahiler bestelenir. İslam kültür dünyası aynı acılarla Asya’dan, Afrika’ya; bayramda ve yasta aynı acının ve sevincin etrafında toplanır.
Son iki yüz yıldır siyasi kavgalarla perişan olmuş coğrafyamızın ortak acı ve sevinci, bayram ve matemi siyasi ayrılıklarından daha eskidir. Etnik kimlik ve mezhep farkları hiçbir yüz yılda bu kadar ayırmamıştı bizi.
Bugün Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak, Filistin ve Suriye’de akan kanı durmak, adımıza yakışır biçimde barış ve esenlik yurduna dönüştürebilmek için aynı dile değil aynı duyguya ihtiyacımız var. Bayram günlerinin şenliğinde ve matem günlerinin yasında birleşmeliyiz.
10 MUHARREM'İN ÖNEMİ NEDİR?
Bugün 10 Muharrem, İslam tarihinin en acılı günlerinden birinin yıldönümü. İslam ümmetinin, yeryüzünün dört bir yanına dağılmış çocukları egemenlerin ve savaş baronlarının zulmünden kaçarken cansız bedenleri sahillere vuruyor.
Refah ülkeleri, bir avuç mutlu azınlığın konforu için sınır kapılarını kapatırken sığınacak yer arayan mülteciler Kerbela çölünde etrafı sarılmış Hz. Hüseyin ve ailesini andırmıyor mu?
Çağımız Hüseyni Filistinli Hanzala, Suriyeli Alan Kürdi ve İmran’dır. Kimlikler üzerinden bölünüp parçalandığımız bir dönemde aynı duyguda buluşabilmemiz için bir birimizi tanımalı ve anlamalıyız. Müslüman dünya her yıl Muharrem ayında Kerbela matemini günümüze taşımak için oruç tutar.
Kerbela, Hz. Hüseyin’le bir tür randevulaşma olarak nitelenebilir. Kerbela’nın toplu törenler ve özel ritüellerle anılması yoluyla, Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in yaşadıkları görünür kılınmakta, huzura getirilmektedir.
Müslümanlar bu gün adeta Hz. Hüseyin ile buluşmakta ve bir sonraki Kerbelâ’da tekrar bir araya gelmek üzere randevulaşmaktadırlar. Özellikle Şii ve Alevi dünyasında özel bir yeri olan Muharrem ayının 1’inden 12’sine kadar 12 gün tutulur.
Muharrem orucu matem orucu olup Kerbelâ’da Hz. Hüseyin ve onunla birlikte şehit edilenlerin anısına ve de On iki İmam adına tutulur. Peki Kerbela'da neler olmuştu? Sorunun cevabı için tarihin tozlu raflarına gitmemiz gerekiyor.
HAZRETİ HÜSEYİN YEZİD'E BİAT ETMEZ
Muaviye’nin ölümünden sonra Yezid’in halife olmasıyla birlikte Kufe’deki yönetim muhalifleri, derhal harekete geçerek Mekke’de bulunan Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet etmeyi kararlaştırırlar.
Bu amaçla Kufe’deki muhalifler Süleyman b. Surad’ın evinde toplanarak Hz. Hüseyin’e hitaben bir mektup kaleme alırlar. Mektupta, onu Kufe’ye gelerek dağınık durumda olan insanları Yezid’e karşı toplamaya çağırırlar, şayet gelirse kendisini halife ilan ederek Yezid’e karşı savaşacaklarına dair söz verirler.
Bu mektubu benzer talep ve vaatler taşıyan başka davet yazıları takip eder. Hz. Hüseyin, gelen çağrıların yoğunlaşması üzerine Kufelilere hitaben şöyle bir cevap yazar:
“Bütün anlattıklarınızı anlamış durumdayım. Sizlere amcamın oğlu Müslim’i gönderiyorum. Ona halinizi, durumunuzu ve görüşlerinizi bana yazmasını emrettim.
Eğer o da sizin ileri gelenlerinizin bana gönderdikleri haberlerdeki görüşler etrafında birleşmiş olduklarını yazacak olursa Allah’ın izniyle pek yakında yanınızda olurum.”
Iraklılar, Hz. Ali’ye destek vererek başlattıkları iktidar mücadelesini, Muaviye’nin liderliğinde hareket eden Suriyeliler karşısında kaybetmişlerdi. Bunun sonucu olarak devletin merkezi, dolayısıyla hazinesi Kufe’den Şam’a naklederler.
Daha önce kendilerini devletin asıl sahibi gören Iraklılar yeni şartlarda yönetime bağlı sıradan bir eyalet statüsüne indiler. Onların fethettikleri büyük arazilerin gelirleri artık Şamlıların kontrolüne girmişti.
Iraklılar ise yönetimin keyfî tavrına göre bazen artırılan bazen azaltılan bazen de tamamen kesilen, hiçbir zaman da Şamlıların seviyesine ulaşamayan maaşlarla yetinmek zorunda kalırlar. Bu şartlar eski başkentin gururlu sakinlerini son derece rahatsız ediyor, onların yönetime karşı kinlerini daha da artırır.
Onlar bu rahatsızlıklarını göstermek amacıyla fırsatını bulduklarında yönetime karşı isyan ederler. Emeviler aleyhine harekete geçmek istediklerinde ilk önce Hz. Ali’nin çocuklarını ve torunlarını hatırlarlar.
Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse Hz. Ali’ye beslenen muhabbet sebebiyle Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek olurlar.
Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmez. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta coşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen kalkışmalar, Emevilerin gücü karşısında hep etkisiz kalır.
Bu faaliyetlerin pek çoğu, hareketin lideri konumundaki Hz. Ali evladı için trajedi ile sonlanır. İslam tarihinde bu olaylar ve trajediler zincirinin ilk halkası, Hz. Hüseyin’in teşebbüsüne karşı sergilenen kanlı Kerbela hadisesidir.
MÜSLİM BİN AKİL KUFE'YE GİDER
Hz. Hüseyin, hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim b. Akil’i Kufe’ye gönderir. Müslim, şehre ulaşınca halkın büyük teveccühüyle karşılaşır.
Başlangıçta Muhtar es-Sekafi’nin evini hareket merkezi olarak belirler. Şehrin, mülayim bir kişiliğe sahip olan valisi Numan b. Beşir’in müsamahasından da istifadeyle Hz. Ali taraftarlarıyla toplantılar düzenlemeye başlar.
Gelenlerin pek çoğu Hz. Hüseyin'le birlikte savaşacaklarına dair söz verirler. Sonuçta şehirde önemli sayıda bir taraftar grubu toplanır. Bu gelişmeler üzerine Müslim, şehre gelmesi için Hz. Hüseyin’e haber gönderir.
Hz. Hüseyin’e, davet mektuplarının Kufelilerden gelmiş olması, esasında beklenmeyen bir durum değildir. Zira burası hem babası Hz. Ali hem de ağabeyi Hz. Hasan’ın siyasi merkez olarak kabul ettiği şehirdir. Üstelik Hz. Ali taraftarlarının büyük bir kısmı burada yaşar.
Hz. Hüseyin, Müslim’in kendisini Kufe’ye davet eden mektubunu alınca harekete geçmeye karar verir. Onun gitme hazırlıklarından haberdar olan Abdullah b. Abbâs, Iraklılara güvenmemesi gerektiğini, onu çağıran insanların kendisini her an terk etme ihtimali olduğunu söyler.
Buna karşılık Abdullah b. Zübeyr “Şayet benim senin gibi taraftarlarım olsaydı oraya gitmekte hiç tereddüt göstermezdim” diyerek Hz. Hüseyin’i Irak’a gitme konusunda teşvik eder.
HAZRETİ ALİ YOLCULUĞA BAŞLAR
Hz. Hüseyin yolculuk hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicret'in 60. yılında Zilhicce ayının sekizinci günü (9 Eylül 680) ailesiyle birlikte Mekke’den Kufe’ye doğru yola çıkar. Hareketi esnasından karşılaştığı herkes, ona Kufelilere güvenmeyip geri dönmesi tavsiyesinde bulunur.
Bunlar arasında meşhur şair Ferazdak “Kufelilerin kalbi seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları’yla birliktedir” diyerek Hz. Hüseyin’e Irak’a gitmemesi gerektiğini bildirir. Ancak onun ikazı da etkili olamaz.
Bu esnada kafileye, Mekke’den Abdullah b. Cafer’in gönderdiği mektup ulaşır. Abdullah b. Cafer, Hz. Hüseyin’e geri dönmesi için adeta yalvarır, bu hareketin bütün aileyi yok olmaya götürebileceği uyarısında bulunur, Mekke valisi Amr b. Sa‘îd’den kendisi için emân aldığını bildirir.
Ancak onun bu çabası da Hz. Hüseyin’in Irak’a gitme kararını değiştiremez.
Hz. Hüseyin yanındakilerle birlikte Ninova bölgesinde yer alan ve günümüzde Bağdat’ın 100 km. güneydoğusunda bulunan Kerbela denilen yere geldiğinde tarihler 2 Ekim 680’dir.
Hz. Hüseyin kafilesinin Kerbela’da konaklamasının dördüncü gününde Ömer b. Sa‘d b. Ebû Vakkâs, emrindeki orduyla bölgeye ulaşır. Sa‘d, kısa süre önce vali Ubeydullah tarafından Rey valiliğine tayin edilmiştir.
Ancak Hz. Hüseyin’in harekete geçtiği haberi alınınca vali, bu hadiseyle ilgilenme görevini Sa‘d’a havale ederek, kendisine şayet bundan kaçınırsa Rey valiliğini unutmasını söyler. Sa‘d, her ne kadar ısrarla bu vazifeden affını istediyse de muvaffak olamaz.
HAZRETİ HÜSEYİN YOLCULUKTAN VAZGEÇMEZ
Yakınlarının Hz. Hüseyin’in kanına bulaşmaması uyarılarına rağmen Rey valiliğinden vazgeçemediği için gönülsüz bir şekilde Hz. Hüseyin üzerine gönderilen ordunun komutasını üstlenir.
Ömer b. Sa‘d, Kerbelâ’ya ulaşmasının ardından Hz. Hüseyin’e niçin Kufe’ye gelmeye karar verdiğini sorar. Hz. Hüseyin de kendisini bizzat Kufelilerin davet ettiğini, fakat yeni şartlar sebebiyle derhal geri dönebileceğini ifade eder.
İkisi arasındaki karşılıklı görüşmeler gerek açık, gerekse gizli bir şekilde devam eder. Sonuçta herhangi bir çarpışmaya meydan vermeden meselenin halledilmesini isteyen Ömer, hem Hz. Hüseyin’in tekliflerini ihtiva eden, hem de kendisinin nasıl bir yol takip etmesi gerektiğini soran bir mektubu Ubeydullah’a gönderir.
Kısa süre sonra gelen cevapta vali, ondan Hz. Hüseyin’e halifeye biati teklif etmesini, ayrıca onun su ile bağlantısının da tamamen kesilmesini ister. Bu hadise Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden üç gün önce gerçekleşir.
Yeni şartlarda Hz. Hüseyin’in yanındakiler ancak çok zor şartlarda su alabilirler. Bu esnada Hz. Hüseyin, Kufe Ordusu komutanına ya geri dönmesine, ya sınır şehirlerine gidip savaşmasına ya da Yezid’in yanına giderek meseleyi bizzat görüşmesine izin verilmesini ister.
Vali, doğrudan Ömer b. Sa‘d’a şu şekilde yazılmış bir mektup gönderir:
“Ben seni Hüseyin’e onunla savaşmaktan geri kalman, onu ilerletmen, ona uzun süre tanıman, ya da bana karşı ona şefaat etmen için göndermedim. Şimdi iyi dinle.
Şayet Hüseyin ve beraberindekiler benim vereceğim karara razı olup teslim olurlarsa, onları bana gönder, kabul etmeyecek olurlarsa onları öldürünceye kadar savaş.
Bizim emirlerimizi uygulayacak olursan, dinleyip itaat edenler nasıl mükâfatlandırılırsa, biz de seni aynı şekilde mükâfatlandırırız. Kabul etmeyecek olursan da askerlerimizin başından ayrıl ve komutayı Şemir’e bırak”.
Ömer b. Sa‘d, Kûfe’den gelen bu emir sebebiyle rahatsız olur, ancak görevini Şemir’e devretmeyerek Hz. Hüseyin’e karşı düzenlenecek saldırıyı bizzat idare etmeye karar verir.
Ertesi gün (10 Muharrem Cuma 61/10 Ekim 680) her iki taraf sabah namazını kıldıktan sonra savaş vaziyeti alır. Hz. Hüseyin saldırı emri bekleyen Kufelilere tekrar uzun bir konuşma yapar.
Kendisinin bizzat Kufe Ordusunda bulunan kişilerin davet mektupları sebebiyle burada olduğunu söyledikten sonra Mekke’ye mektup gönderenlerin isimlerini sayar.
Ancak oradakiler biz böyle bir şey yapmadık diyerek Hz. Hüseyin’e yaptıkları davet çağrılarını inkar ederler. Bu esnada ilginç bir olay gerçekleşir: Mekke-Kufe yolunda Hz. Hüseyin’i karşılayan ve onun geri dönmesine engel olan ilk Irak birliğinin komutanı Hürr b. Yezid, Ömer b. Sa‘d’ın ordusundan ayrılarak Hz. Hüseyin’in saflarına katılır.
Daha önceki davranışlarından dolayı kendisinden özür diler ve onun yanında savaşacağını bildirir. Ardından da arkadaşlarını Hz. Hüseyin’e karşı savaşmamaları konusunda uyarmaya çalışır. Ancak konuşmaları herhangi bir netice vermez.
KERBELA OLAYININ SONUÇLARI
İslam tarihçileri Kerbela Olayını teferruatıyla aktardıktan sonra, bu olaya doğrudan veya dolaylı müdahil olanların sorumlulukları üzerine bir takım değerlendirmeler yapmışlardır.
Bunun sonucunda hadisede birinci derecede sorumlu olanlar halifelik makamında bulunan ve hadisenin siyasî mesuliyetini yüklenen Yezid, onun Kufe’deki valisi Ubeydullah b. Ziyad ve emrindeki komutanlar, Hz. Hüseyin’i şehirlerine davet edip sonra da yalnız bırakan, üstelik Kerbela’da bizzat kendi elleriyle katleden Kufelilerdir.
Bazı kaynaklara göre; Hz. Hüseyin’in katilleri arasında Ümeyyeli veya Şamlı hiç kimse yoktur. Kûfe valisi Ubeydullah b. Ziyâd, Kerbelâ’da meydana gelen katliamın görünen sorumlusu olmakla birlikte, hadisenin siyasî ve gerçek sorumlusunun devlet başkanlığı makamında bulunan Yezid’in olduğu açıktır.
Hz. Hüseyin başta olmak üzere yakınlarının şehit edilmesi, ayrıca daha sonra gerçekleşecek olan Medine istilâsı ve Mekke’nin muhasarasıyla birlikte Kâbe’nin mancınıklarla tahrip edilmesi hadiselerinin baş sorumlusu olması sebebiyle Yezid b. Muaviye, İslam tarihi boyunca Müslümanların hafızasında belki de en çok nefret edilen şahıs olmuştur.
O kadar ki, onun ismi insanlar arasında hakaret sıfatı olarak kullanılmıştır ki, bu anlayış günümüzde de devam etmektedir. Hz. Hüseyin ve onunla birlikte öldürülenlerin kesik başları çarpışmaların hemen ardından Vali Ubeydullah b. Ziyad’a götürülür. Ömer b. Sa‘d da iki gün sonra Hz. Hüseyin’den kalan kadın ve çocukları Kufe’ye sevk eder.
Geride bırakılan şehit cesetleri bölgede yaşayan Benî Esed kabilesi mensupları tarafından Hâir denilen yere defnedilir.
Kerbela Olayının failleri konusunda bir ittifak olmasına rağmen bazı tarihçiler, olayın bu şekilde neticelenmesinde Hz. Hüseyin’in de ihmal ve sorumluluğunun bulunduğuna dikkat çekerler.
Onlara göre pek çok sahabe önderi ona Mekke’yi terk edip Kufe’ye gitmemesi, mutlaka harekete geçmesi gerekiyorsa bunun yerine Yemen’i tercih etmesi konusunda uyarıda bulunmalarına rağmen Hz. Hüseyin, tek başına karar vererek ikazları dikkate almamış, istişare prensibine aykırı davranmıştır.
Üstelik düşmanla muharebeye giderken de ihtiyatlı davranıp yanında kendisini koruyacak kadar asker bulundurmamış, sonu belli olmayan bu harekete girişerek aile fertlerinin de canlarını tehlikeye atmıştır.
Kufelilerin güvenilmez insanlar olduğunu babası ve ağabeyinin tecrübelerinden açıkça bilmesi, ayrıca temsilcisi olarak gönderdiği Müslim b. Akîl’in öldürüldüğünü haber almasına rağmen geri dönmemiş ve Kufe’ye hareketini sürdürmüştür. Onun bu davranışı Ehl-i Beyt’in büyük bir kısmının yok olmasına sebep olmuştur.
KERBELA OLAYLARININ SİYASİ SONUÇLARI
Kerbela hadisesi sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia hareketi ideolojisini belirleyen en önemli neden olarak kabul edilmiştir. Şiilik bundan sonra sadece Ali taraftarı olma boyutunu aşmış, ona bağlı olanları, Müslümanları yönetmeyi Hz. Ali evladının devredilmez hakkı olduğu inancını bir dinî hüküm olarak kabul eden bir grup haline getirmiştir.
Şiiler, Emevilerin veraset yoluyla iktidarın devri anlayışına tepki olarak hilâfetin sadece Hz. Ali soyundan gelenlerin hakkı olduğu tezini savunmaya, hatta bunu bir akide olarak benimsemeye başlamışlardır.
Nitekim daha sonraki süreçte Ehl-i Beyt adına atılan bütün siyasi adımların ve fikrî temellendirmelerin referans noktası Kerbela hadisesi olmuştur.
Sonuç olarak Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi Şia mezhebinin siyasi hayat kaynağı, adeta doğum tarihi olarak telakki edilir. Nitekim Şiiliğin temel şahsiyeti ve hareket noktası resmiyette Hz. Ali olmakla birlikte, bu olay sebebiyle Hz. Hüseyin’in adı daha öne çıkar.
Şiiler tarafından Hz. Hüseyin’in şehit edildiği tarih büyük ihtifallerle hatırlanır ve görkemli törenler yapılırken Hz. Ali’nin şehit edilmesi hadisesi ve yıldönümü aynı ilgiyi hiçbir zaman görmez.
HÜSEYNİ RANDEVU: MUHARREM ORUCU
Muharrem orucu tutulan günlerde Alevilerin –değişik yerlerdeki Alevilere göre kimi değişikliklerle de olsa- su içmesi, et ve elma yemesi, soğan kesmesi, aynaya bakması, saç taraması, banyo yapması, tıraş olması, hayvan kesmesi, içki içmesi, yaş odun kesmesi, düğün ve nişan yapması ve cem yapması yasaktır.
Su yerine ayran, hoşaf veya çay gibi sulu içecekler alınır. Burada suyun yasak olması, Kerbela’da Hz. Hüseyin’in susuz bırakılmasına matuftur. Muharrem orucu günlerinde akşamları Kerbela olayını anılır, Kerbelâ’nın anlatıldığı eserler okunur, mersiyeler söylenir, Kur’an okunur.
İbn Kesîr’in belirttiğine göre, Kerbelâ’yı anma törenleri (yas törenleri) 400’lü yıllarda ortaya çıkmıştır. Aşûra gününde Bağdat ve diğer bazı şehirlerde sokaklarda davullar çalındığı, sokaklarda hüznü yansıtacak dağınıklık (yollara kül ve saman savrulması gibi) meydana getirildiği, kadınların kendilerini döverek ve ağlayarak sokaklarda dolaştıkları ve buna benzer bir takım uygulamalarda bulunduklarını aktarmaktadır.
Ayrıca, Hz. Hüseyin’in susuz bırakıldığı ve bu şekilde öldürüldüğü için onun hatırına su içilmediğini söylemektedir. Bu şekilde, Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinden sorumlu tuttukları Emevîleri protesto etmiş oluyorlardı.
"HER NE ARAR İSEN KENDİNDE ARA"
İslam tarihindeki çatışmanın ilki olan Şia ve Sünnilik arasındaki ayrışma nedenlerini, benzer şekilde Türkiye’de Alevilik ve Sünnilik arasında da görmek mümkündür.
Yıllarca aynı millet mensupları, birbirleri hakkındaki karşılıklı bilgisizlik ve buna bağlı suçlamalar neticesinde farklı din ve millet mensupları gibi birbirlerinden ayrı, şüpheci ve tedirgin bir yaklaşım tarzı içerisinde yaşayageldiler.
Oysaki Anadolu’nun kapılarını beraber açan halklar farklı din, dil ve uluslar olarak zulmün karşısında aynı duyarlılıkla toplanmış ve bir millet olmuştur.
Anadolu’nun Orta Asya’dan gelerek Anadolu ve Balkanlara ulaşan Hacı Bektaş nefesleri küresel baskıdan bunalan, adalet arayan her cana derman olmuştur. Peki, Anadolu’nun renklerini ne kadar tanıyor ne kadar biliyoruz. İşte bu renklerden biri Tahtacılardır.
Tahtacı nitelendirmesi, Türkiye’de Gaziantep, Kahramanmaraş, İçel, Adana, Antalya, Isparta, Burdur, Denizli, Muğla, Balıkesir ve Çanakkale ile Manisa ve İzmir illerini oluşturan geniş sahanın ormanlık bölgelerinde, çoğunlukla göçebe, çok azı yerleşik olarak yaşayan, ağaç dilmek ve tahta biçmekle geçinen Alevi-Türkmen toplulukları için kullanılmaktadır.
Anadolu’da Tahtacı deyimi, ilk defa XVI. yüzyıldan itibaren, Osmanlı tapu tahrir defterlerinde ve arşiv vesikalarında karşımıza çıkmaktadır. Bu yazılı belgelerde Tahtacı toplulukları, “Cemaat-i Tahtaciyân” şeklinde geçmektedir. Bunların eski tarihleri ve kökenleri üzerinde farklı görüşler vardır.
Bununla birlikte yapılan araştırmalar ve incelemeler sonunda “Tahtacıların Oğuz boylarından Ağaç-erilerinin devamı olduğu” birçok bilim adamı ve araştırmacı tarafından kabul edilmiştir.
İmam Cafer Sadık’a bağlı olan Tahtacıların en önemli kitabı Buyruk adı verilen İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’dur. Buyruk, diğer Alevi-Bektaşi toplulukları gibi mezkûr topluluk tarafından da Kur’an-ı açıklayan ve tamamlayan kitap olarak benimsenir.
Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarındaki Muharrem, savaşmanın haram (eşhuru’l-hurum) kabul edildiği dört aydan biridir. Kur’an-ı Kerim’de muharrem kelimesi ay ismi olarak geçmemekle birlikte saldırıya uğrama durumu hariç savaşın haram olduğu aylardan söz edilerek bu aylara saygı gösterilmesi emredilmiştir.
Şiî dünyasında var olmaya devam eden toplu halde yas etme ve kendilerini dövme şeklindeki uygulamalar Anadolu Aleviliğinde görülmez. Adı geçen topluluklarda matem, Maktel-i Hüseyin’ler, Fuzûlî’nin Hadîkatu’s-Süedâ’sı ve çeşitli mersiyeler okunarak sabır ve sükûnetle geçirilir.
Bunda Hz. Hüseyin’in şu sözü belirleyici olmuştur denebilir. “Gökten aşağı bir at iner zalimleri, mazlumları kapsar. Zalimler feryat ile taşkınlıklarını gösterir mazlumlar sabır ile sükûnetle o afeti atlatır.
Ben size mazlumlar için ağlamayın demiyorum. Saçınızı başınızı yolmayın. Ağlarsanız toprağın rahmeti yağmurdur. Vücudun rahmeti gözyaşıdır. Ehl-i Beyt ve mazlum uğruna akan bir damla yaş, mazlumun gönül aynasının pasını siler.”
Anadolu Aleviliğinde ve dolayısıyla Tahtacılarda Muharrem ayının özel bir yeri vardır. Muharrem ayında:
- Âdem Peygamber eşi Havva ile buluştuğu zaman ilk olarak, Allah’a karşı şükran orucu tutmuştur. Muharrem ayında tutulan bir günlük oruç, başlangıçtır.
- Nuh (as) tufandan kurtulunca iki gün oruç tutarak aşûre pişirmiştir. Orucun ikinci günü ile aşûre pişirme usulü Nuh (as)’den kalmıştır.
- İbrahim (as) Nemrut’un attırdığı ateşten mucizevi olarak sağ kurtulunca Allah’a şükretmek amacıyla üç gün oruç tutmuştur.
- İsmail (as) kurban olmaktan kurtulunca bir gün de kendisi ilave ederek Muharrem orucunu dörde çıkarmıştır.
- Musa (as) Firavun ’un gazabından kaçarken, Kızıldeniz’in açılarak yol vermesine karşılık şükrünü bildirmek gayesiyle mezkur ayda beş gün oruç tutmuştur.
- Yakup (as) çok sevdiği oğlu Yusuf’a kavuştuğu zaman Allah’a şükür için bu ayda altı gün oruç tutmuştur.
- Eyüp (as) uğradığı dertten kurtulunca şükür maksadıyla sözü edilen ayda yedi gün oruç tutmuştur.
Yunus (as) kavminin zulmünden kaçmak için bindiği gemiden düşmanları tarafından denize atılır. Allah’ın emriyle kendisini bir balık yutarak kıyıya getirir. Bu mucizeye şükretmek anlamında adı geçen ayda sekiz gün oruç tutmuştur.
Muharrem’in dokuzuncu gününü Hz. Muhammed tutmuştur. Zamanının azılı müşriklerinden kurtulmak için Medine’ye hicret eder. Medine’ye sağ salim vardıktan sonra dokuz gün oruç tutar, onuncu gün aşûre pişirir.
“GÖKTEN AŞAĞI BİR AT İNER ZALİMLERİ, MAZLUMLARI KAPSAR"
Hz. Hüseyin ve yakınlarına yapılan kanlı zulüm ve işkencelere lanetlemek ve Zeynelabidin’in sağ kalması münasebetiyle Hz. Muhammed’in ve Ehl-i Beyt’in soyunun dünyada devam etmesine karşılık, Allah’a şükür senalarını ifade etmek için Anadolu’da yaşayan Alevi-Bektaşi ve dolayısıyla Tahtacılar, Muharrem ayında oruç tutarlar ve aşûre pişirirler.
Tahtacılarda oruç, Muharrem ayının birinci günü başlar; birinci günü Kurban Bayramı’na göre belirlenir. Kurban Bayramı’nın birinci gününü takip eden 21. günün Muharrem ayının başlangıcı yani birinci günü olduğu kabul edilir.
Oruca kalkılacağı gün mürebbinin evinde toplanılır. Herkesin yemeği arkasından getirilir, mürebbinin evinde topluca yenir. “Orucumuz kabul olsun. Muradımız hâsıl olsun. İmam Hüseyin şefaatçimiz olsun. Ehl-i mürşidin dediği olsun.” diye dua edilerek “Yarın oruca başlıyoruz.” denir.
Sonra herkes dağılıp evine gelir gece sahura kalkılır. Şafak vaktinden az önce niyet ederek oruca başlanır, akşam ezanı okunduğunda da iftar edilir. Muharrem orucuna “Niyet ettim Allah rızası için Muharrem orucunu tutmaya, sen beni sabredenlerden eyle ya Rabbim. Gerçeğe huu.” diyerek niyet edilir.
Oruç açmak için tuz dışında kesinlikle bir şey kullanılmaz. İftar için iki parmak arasına alınıp avuç içine koyulan bir parça tuz kullanılır. “Bismillahirrahmanirrahim. Bize bu Muharrem orucunu tutmayı nasip ettiğin için sana hamd u senâlar olsun.
Peygamberlerine salât-u selam olsun. Kerbelâ şehitlerinin ruhları ilahi nurun ile şad olsun. Selamullah ya Hüseyin! Selamullah ya Hüseyin! Selamullah ya Kerbelâ’da susuz şehit düşen şühedalar! Bismi şah Allah Allah diyelim, hak lokması yiyelim. Gerçeğe huu.” denilerek tuz ağza atılır ve oruç açılır.
Yine bu süre zarfında et ve hayvansal gıda içeren yiyecek, yumurta yenilmez. Bıçak kullanılmaz. Oruçlu iken hiçbir canlı öldürülmez. Ağaç kesimi yapılmadığı gibi canlı kabul edildiğinden bir tek yaş dal dahi koparılmaz.
Yine bu günlerde banyo yapılmaz, çamaşır yıkanmaz, elbise değiştirilmez, tıraş olunmaz, tırnak kesilmez, cenaze evinde eğlence olmayacağı gibi bu günlerde de saz çalınmaz, müzik dinlenmez, televizyon izlenmez, aynaya bakılmaz, türkü Tahtacıların kurban dışındaki yaygın adaklarından birisi de
“Oğundurma Orucu”dur. Oğundurma orucu Muharremin son günü tutulur ve adayan kişi 11. günün akşam orucunu saka suyu ile açar ve başka bir şey yiyip içmeden oruca devam eder. Oğundurma, bir yudum su ile iki gün aralıksız tutulan oruç demektir ve bunun sevabının çok olduğuna inanılır.
Bu oruç oldukça zor olduğundan daha ziyade inanışları kuvvetli insanlar özellikle yaşlı kadınlar tarafından tutulmaktadır. Bu orucu sadece musahipli olanlar tutabilir. Ayrıca söz konusu orucu en az yedi yıl ara vermeden tutmak gerekir.
Yedi yıl art arda tutan kimseler hacca gitmiş sayılır. On iki yıl tutmak daha makbuldür. On iki yıl aralıksız bu orucu tutanların doğrudan cennete gideceği kabul edilir. Oğundurma orucu tutan kimseler yedi veya on iki yılın sonunda İmam Hüseyin adına koç kurban ederler.
Bu kurbana İmam Hüseyin Kurbanı denir. Kesilen kurban, kurban pişirme kurallarına göre hazırlanır. Yani kesilen kurbanın kanı yere akıtılmaz, kemikleri kırılmaz. 42, kazanda bütün olarak pişirilir.
Kurbanın etinden ancak musahipli olanlar yiyebilir. Oruç 11 tam gün sürer, 12. gün saat on sularına kadar yani yarım gün tutulur. Çünkü 12. İmam Mehdi ölmemiştir. 11. günün akşamı, yani orucun bitmesine bir gün kala, mürebbinin evinde toplanılır ve orada “sakka suyu” tadılır.
Sakka suyu, “Kerbelâ Şehitleri” için dağıtılan sudur.43 Kerbelâ şehitleri için dağıtılan sudan oruçlular ertesi günü oruç açılıncaya kadar ancak bir yudum içerler. Sakka suyu tatmadan önce oruç açılır ve orada hazır bulunan topluluk, dolu üçler.
Oruç açılmadan ve dolu üçlemeden sakka suyu tadılmaz. Sakka suyu bardak veya tasla değil, bir leğene tabak konularak içilir. Bu gecede dağıtılan su artarsa geri kalanı yere dökülmez bu nedenle geri kalan suyun tamamını sakkacı içmek zorundadır.
Bundan dolayı sakkacı suyun dağıtımını iyi ayarlamalıdır. 12. gün oruç, diğer günlerden farklı olarak hem erken hem de tuz ile değil, pişirilen kurbanın ciğeri ile açılır.
Kurbanın yanında mutlaka o gün aşûre pişirilir ve topluca yenir. Muharremde tutul(a)mayan oruç için fidye ya da kefaret verme veya önceden kazaya kalan oruçları tutma gibi uygulamalar da yoktur. Çünkü Tahtacılara göre “ Vaktinde eda edilmeyen borç ödenmiş sayılmaz.”
Aşûrenin buğdayı orucun son günü daha önce içinde hiç buğday dövülmemiş dibekte dövülür. Bu yüzden hizmet sahiplerinin evinde birer dibek bulundurması âdettendir. Mürşit, o yoksa mürebbi, o yoksa gözcü, o da yoksa delilci veya musahipli bir kişi beline kement bağlar.
Kement, Ya Allah! Ya Muhammed! Ya Ali! üçlemesiyle üç defa düğümlenerek bağlanır. Bu üçleme ve üç kez düğüm atma ritüeli Allah’a, Hz. Muhammed’e ve Hz. Ali’ye bağlılığın bir ifadesidir.
Kement kuşanan bu kişiler yine aynı sıra içinde Ya Allah! Ya Muhammed! Ya Ali! üçlemesiyle tokmağı dibeğe 12’şer defa vurduktan sonra buğday dövme işini musahipli olan diğer insanlara bırakır.
Dövme işi bitince aşır aşının pişirilmesi için ayrı bir ocak yakılır. Ocağın üzerine konulan kazanın içine su, buğday, mısır, nohut, üzüm, fasulye, ceviz, incir, karanfil, fıstık, badem gibi on veya on iki çeşit malzeme katılır.
Aşûrenin karıştırılması işini ilk önce dede o yoksa hizmetteki en yetkili kişi bir kişi yapar. Bu kişiler de bellerine kement bağlarlar; aşır aşının karıştırılacağı kepçeye niyaz ederler. Herhangi bir kazanı kepçeyle karıştırdıktan sonra, o kazandan bir kepçe alır ve diğer kazanın içine dökerler.
Aynı şekilde ikinci kazandan bir kepçe aşır aşını üçüncü kazanın içine dökerler. Bu işlem orada ne kadar aşır aşı kazanı varsa hepsine uygulanır. Bu şekilde dede veya musahipli kişinin bütün aşır aşlarını karıştırdığı kabul edilir. Aşûre günü herkes evinde pişirdiği aşır aşını dedenin evine getirirler.
Çünkü dede aşır aşı pişirmez. O kurban kesmekle yükümlüdür. Genişçe sofralar hazırlanır. Yemeğe başlamadan önce dede ve sazandar/güvender dışında herkes darda bekler.
Bu esnada Âşık Hatayi’den üç nefes okur. Diğer Alevi-Bektaşi toplulukları gibi Mersin Tahtacıları da Yezid’i lanetlemeyi ibadet kabul ederler. Muharrem ayı boyunca Tahtacıların selamlaşmaları lanet kelimeleriyledir. Selam veren kişi “Yuh Münkir’e” der, selam alan kişi de “Lânet Yezid’e “diye karşılık verir.
Yemekten sonra gülbenk okunarak yemek faslı kapanır. Aşûre gününün akşamı matem bitmiş, dolayısıyla bütün yasaklar kalkmıştır. Yerleşim yerinde dede varsa kestiği koç yenir, ardından cem ve samah yapılır.
Şayet dede yoksa, mürebbinin evinde o gün kesilen Cebrailler ve yemek topluca yendikten sonra bütün canlar evlerine dağılır.
İSTANBUL'UN RENGİ: TARİHTE GOYGOYCULAR
İstanbul Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedildikten sonra, İslam medeniyetinin önemli merkezlerinden biir haline gelmiştir. Kerbelâ Olayı, İstanbul’un kültürel hayatında bir takım etkiler doğurmuştur.
Kerbelâ Olayı’nın vuku bulduğu Muharrem ayı boyunca bu olayı hatırlamak ve şehit olanların yasını tutmak amacıyla yapılan merasimler, beraberinde İstanbul’a özgü bir takım adetleri ortaya çıkarmıştır.
Bu adetlerin en mühimlerinden biri de “Goygoycular” adı verilen bir dilenci grubunun, İstanbul mahallelerini dolaşarak aşûrelik erzak toplamasıdır. Genellikle altışar kişilik gruplar halinde dolaşan bu dilenciler, ekseriyetle körlerden oluşmaktaydı.
Ayrıca her grubun başında bu dilencilere rehberlik eden çolak veya topal bir posta başı bulunurdu. Bunlara “yedekçi” de denilirdi.
Kendilerine has giyim şekilleri olan bu dilencileri diğer dilencilerden ayıran en büyük özellik, paradan ziyade aşure erzakı toplamaları ve bu esnada Kerbelâ Olayı’nı konu eden ilâhîler söylemeleri idi.
Bu topluluk ilâhîlerin her beyitinden sonra hep bir ağızdan tekrar ettikleri “Ya hoy goy canım” kelimesinin zaman içinde değişime uğraması ile “Hoygoycular” veya “Goygoycular” adını aldı. Goygoycuların ilk olarak hangi tarihte ortaya çıktıkları kesin olarak bilinmemekle birlikte, birçok kaynakta Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da lâğvedilmesinden sonra görülmeye başladıkları belirtilmektedir.
Şehzade Câmii karşısında bulunan Tabhane (Tavhane)2 binasında barınan Goygoycuların, İstanbul’a Muharrem ayında geldikleri ve sonra tekrar memleketlerine döndükleri anlatılsa da bazı kaynaklarda İstanbul halkından oldukları belirtilmiştir.
Geleneksel Osmanlı kıyafetine ek olarak yalnızca Muharrem ayına özgü bir kıyafet giyer ve topladıkları erzakları omuzlarında bulunan iki ağızlı torbalara koyarlardı. Topladıkları erzakların bir bölümü ile Muharrem ayının onuncu günü Tabhâne bahçesinde aşure yapar, kalan kısmını da satarlardı.
10 Mayıs 1909’da çıkarılan “Serseri ve Mazanne-i Sû Eşhas” hakkındaki kanun ile İstanbul’da bulunan işe yaramaz serseri ve dilenciler sokaklardan toplanılarak çalışabilecek durumda olanlar başka şehirlere çalışmaya gönderilmiş, yaşlı ve sakatlar ise Dar’ül-Aceze’ye yerleştirilmişlerdir.
Çalışmaya gönderilenler için genellikle İzmir, Selanik ve Beyrut gibi ticaret merkezi vilayetler tercih edilmiştir. Serseri ve dilencilerin takibinden İstanbul emniyet müdüriyeti sorumlu tutulmuştur. Kanunun gerekleri tam olarak yerine getirilememiş olsa da Goygoyculuğun ortadan kalkmasını sağlamıştır.
İslam tarihinin ilk çağından başlayan çatımalar ne akidevi ne de ameliydi. Çıkar gruplarının ve oligarşik Mekke’nin eski egemenlerince çıkarılmış fitnelerdi. Tıpkı bugün hem evimiz ve ocağımız olan Türkiye’yi hem de gönül coğrafyamız olan Müslüman coğrafyasında yaşanan fitne gibi.
SONUÇ YERİNE
Cumhurbaşkanı Erdoğan İstanbul’da toplanan İslâm İşbirliği Teşkilâtı Zirvesi’ndeki açılış konuşmasında, "Mezhepçilik fitnedir. Ne Sünniyim ne Şii, Müslümanım" diye konuşarak İslam dünyasının ihtiyacı olan siyasal aklın işaretlerini vermişti. Erdoğan konuşmasında, "Müslümanlar olarak üstesinden gelmemiz gereken sorunların başında mezhepçilik fitnesi geliyor, ırkçılık fitnesi geliyor.
Her zaman ifade ettiğim gibi benim dinim Sünnilik de değildir Şiilik de değildir, benim dinim İslâm'dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir." diyerek Kerbela Olayı’ndan alınabilecek en güzel dersi dünyaya duyurmuştu.
İslam ülkelerinden liderlerin ve alimlerin katıldığı zirvede Cuma namazını Kıldıran Diyanet İşleri Başkanı Görmez Türkçe ve Arapça olarak okuduğu hutbede "Kardeşliğe, hakkı ve sabrı tavsiye etmeye çağıran İslam'ın değişmez ilkelerine sahip çıkılmalıdır" diyerek Yezid’in zulmünden kaçan Hüseyni mazlumların mesajını yineledi. Kaynak: haber10
- 0SEVDİM
- 0ALKIŞ
- 0KOMİK
- 0İNANILMAZ
- 0ÜZGÜN
- 0KIZGIN
Yorum Yazın