Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den önemli açıklamalar
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, CNN Türk’te yayınlanan Hakan Çelik ile Hafta Sonu programında önemli açıklamalarda bulundu.
Ülkemizde, İslam dünyasında ve Batı'da yaşanan gelişmeler hakkında değerlendirmelerde bulunan Başkan Görmez, Mardin’de bugün şehit olan polisi anarak sözlerine başladı. Başkan Görmez, bütün şehitlere rahmet dileyerek, "Milletimizin huzuru, geleceği, istikbali için canlarını veren bütün şehitlerimize, bugün şehit olan evladımıza, kardeşimize Allah'tan rahmet diliyorum. Milletimizin huzuru, mutluluğu, güveni için Yüce Rabbimiz bizi bütün bu kötülüklerden korusun" duasında bulundu.
Başkan Görmez'in CNN Türk canlı yayınında konuşmasından öne çıkanlar başlıklar şöyle:
“Muhtıra dönemleri, Diyanet’in bütün hizmetlerini olumsuz yönde etkileyen bir dönem oldu…”
İhtilal dönemlerinin, ara dönemlerinin millet üzerinde ne tür baskılar kurduğunu, ne büyük travmalara yol açtığını tespit etmenin yollarından birisi, Diyanet’in tarihini incelemektir. 60 ihtilalinden sonraki dönemde 5 yılda 6 başkan değişti. 1971 muhtırası, Diyanet’in bütün hizmetlerini olumsuz yönde etkileyen bir dönem oldu. 12 Eylül sonrası Diyanet’in bütün faaliyetlerinin mercek altına alınıp, hatta bir kamu kurumu olduğu halde hizmet ve faaliyetlerinin irtica olarak adlandırılmaya başlandığı ve din adamlarının kendilerini baskı altında hissettiği dönem oldu. Birtakım askeri görevliler bizatihi Diyanet İşleri Başkanının kapısının önünde odalar açarak çalışmalara yön vermeye çalıştı. Bütün müftüleri, bütün din adamlarını şekillendirmeye, onlara yön vermeye çalıştılar.
“Küresel kabileler oluşturuldu. Aidiyetler, kültürler, kimlikler birbiriyle çatışmaya başladı…”
Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra insanlar umutlandı. Artık ideoloji savaşlarının bir tarafa bırakılacağını ve soğuk savaşın geride kalacağını zannetti ama daha sonra daha küçük aidiyetler, daha küçük kimlikler savaşı başladı. Medeniyetler çatışması kuramı maalesef bir kuram olarak kalmadı, bir teori olarak kalmadı. Eskiden cahiliye dönemlerinde, Orta Çağlarda kabile savaşları vardı. Adeta küresel kabileler oluşturuldu. Aidiyetler, kültürler, kimlikler birbiriyle çatışmaya başladı. Bir fikir savaşı değil, bir düşünce mücadelesi değil, ötekileştirme, daha çok radikalleşme, daha çok öfke, nefret üzerinden, duygular üzerinden bir savaş yürütüldü.
“Nesiller, şiddetin gölgesinde yetişmeseydi, DAİŞ diye bir terör örgütü olacak mıydı?
Eğer Afganistan işgal edilmesiydi El Kaide veya Taliban diye bir örgüt olacak mıydı? O topraklardan, o tarihten, o düşüncenden bir El Kaide veya Taliban ortaya çıkması mümkün değildi. Küresel güçlerin çatışma alanına dönüştükten sonra o şiddetin gölgesinde 3 nesil yetişti. Bu 3 nesil daha çok Karaçi’de, Peşaver’de çadırlarda büyüdü, yetişti. Bunlardan bir radikalizm doğdu. Bunun doğrudan dinden kaynaklandığını söylemek yahut Afganistan’da dinin kurduğu geleneklerden ortaya çıktığını söylemek haksızlık olur. Irak, Suriye, bunlar tarih boyunca İslam’ın medeniyet kuran ana yollarının hakim olduğu beldeler olmuştur. Irak işgalinde 2 milyon insan ölmeseydi, yüz binlerce kadın, çocuk eğer katledilmesiydi, bu şiddetlerin gölgesinde Ebu Gureyb’lerde acaba bu nesiller cehalet içerisinde her türlü eğitimden, her türlü insanlıktan uzak yetişmeseydi, acaba DAİŞ diye bir terör örgütü olacak mıydı?
"İnsanlar kendi ölümcül kimliklerini din üzerinden ifade etti; dini metinleri ideolojik metinlere dönüştürerek şiddet üretti..."
Afrika’da eğer bütün kaynaklarını yok eden o sömürgeler olmasaydı, köleleştirmeler olmasaydı Boko Haram, Şebab gibi örgütler olacak mıydı? İslam dünyası başına gelen bütün hadiselerin sebeplerini dışarıda arıyor. Bu ana sebeplerini göz önünde bulundurmakla birlikte, bu gibi hallerde dinin insan eliyle bir ideolojiye dönüştüğünü, bir kaos teolojisini üretmeye başladığını, insanların kendi ölümcül kimliklerini din üzerinden ifade etmeye çalıştıklarını, mezhep üzerinden ifade etmeye çalıştıklarını ve dini metinleri ideolojik metinlere dönüştürerek oradan şiddet üretebildiğini bilmeliyiz. Bu Hristiyanlık ve Yahudilik tarihinde fazlasıyla var. Çünkü eğer Hristiyanlıktan Haçlı Seferleri ortaya çıkarılmış ise buradan kaynaklanmıştır. Eğer Yahudilikten şiddeti meşrulaştıran bir Siyonizm ideoloji çıkartılabilmiş ise bunların sebeplerini sadece o ilahi dinin yapısında, o dinin insanlara gönderdiği rahmet mesajlarında aramak yanlış olur.
"Rahmet olarak gelen dinin güç ve çıkar çatışmaları için bir meşruiyet aracına dönüşmesi en büyük felaketlerden bir tanesidir."
İslam coğrafyası olarak, Müslüman toplumlar olarak 3 tane büyük hatamız var. Birici hatamız; biz dinle hayat arasındaki, dinle siyaset arasındaki o ilişkiyi yaratıcımızın murat ettiği şekilde tesis edemedik. Bir ikilem içinde kaldık. Dinin emrinde siyaset mi olacak, yoksa siyasetin emrinde din mi olacak? Aslında ikisi de yanlış. Eğer dinin emrinde siyaset dediğimiz zaman, siyaset yapanlar kendisini bir müddet sonra dinle özdeşleştirmeye başlıyorlar, orada kutsallıklar başlıyor, orada çok daha büyük yanlışlıklar başlıyor. Aynı şekilde siyasetin emrinde din söz konusu olduğu zaman, kutsal değerlerimiz araçsallaştırılıyor, din bir araç haline getiriliyor. Yeryüzüne rahmet getiren o din, siyasetin emrinde bir araca dönüştüğü zaman siyaset, tabiatı icabı güç ve çıkar çatışmalarına dayanabiliyor. Din, o güç ve çıkar çatışmaları içinde hırpalanıyor. Rahmet olarak gelen dinin güç ve çıkar çatışmaları için bir meşruiyet aracına dönüşmesi en büyük felaketlerden bir tanesidir.
"Tarihimizde dünyaya gösterdiğimiz ve birlikte inşa ettiğimiz birlikte yaşama tecrübesini güncelleyemedik..."
Biz tarihimizde dünyaya gösterdiğimiz ve birlikte inşa ettiğimiz birlikte yaşama tecrübesini güncelleyemedik. Aslında 100 sene önce bile Batı'nın hiçbir kentinde Hristiyan, Yahudi, Ortodoks, Müslüman, cami, sinagog, kilise birlikte mevcut değildi. Ama 100 sene önce İstanbul’da Yahudi’si, Hristiyan’ı, Ortodoks’u, Keldani’si, bütün farklı inançlar birlikte yaşadılar. Yahudiler Avrupa’dan sürgün edildikleri zaman sığınabilecekleri en önemli liman olarak İstanbul’u bulmuşlardı. Bizim dinimiz başkalarıyla, ötekiyle olan ilişkilerimizi bize bıraktı, bir ahlak ve hukuk temeline oturttu ve tarih boyunca biz bu geleneği yaşadık, yaşattık, ama biz bu geleneği güncelleyemedik. Yani Bağdat’ta, Şam’da, İstanbul’da tarih boyunca bu birlikte yaşama tecrübesini bütün dünyaya öğretecek konumdayken, tarihimizle bu konuda övündüğümüz halde, biz bu büyük tecrübemizi doğrusu güncelleyemedik.
"İnsanlar, radikalliklerden önce bütün insanlığı kuşatan kin, öfke ve nefret söylemleri üzerinde durmalı..."
Avrupa’da da pek çok sağ partiler siyaseti nefret üzerinden yürütüyorlar. İsviçre’de bir referandum var. Minare referandumundan sonra şimdi de bir kez dahi olsa hayatında bir yanlış yapmış herhangi bir Müslüman insanı, yabancıyı sınır dışı etmek için referanduma gidiliyor. Bu kendi vatandaşı için değil, yabancılar için. Müslüman insanların sınır dışı edilmesi için referanduma gidiliyor. Bu bir nefret siyaseti, bir ötekileştirerek kendi kalma mücadelesi, yani sürekli düşmanlar oluşturarak kendisi kalma, kendindeki değeri başkalarıyla paylaşmama. Bu aynı zamanda ciddi bir ahlak ve etik sorunudur. Bence insanların bu radikalliklerden önce bütün insanlığı kuşatan bu kin, öfke ve nefret söylemleri üzerinde durmalıdır. Karşılıklı oluşturulan yanlış algıları gözden geçirmeliyiz.
"Eğer bir savaş, ahlak ve hukuk tanımıyorsa buna asla cihad denemez..."
Ahlak ve hukuk tanımayan hiçbir savaş cihad adını alamaz. Eğer bir savaş ahlak ve hukuk tanımıyorsa buna asla cihad denemez. Bu, bir insanın kendisi gibi düşünmeyen Müslüman’ı tekfir etmesi, sen Müslüman değilsin demesidir. Bundan çıkışın çaresi, dinle kurulan yanlış ilişkidir. Dini bilginin, insanın dini doğru anlamasına yetecek kadar olmamasıdır. Dinin ve mezhebin tamamen ideolojik, siyasi, politik bir çıkar malzemesi, insanların nazarında bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüş olmasıdır.
"İrfan geleneği, akıl¬hikmet geleneği, ehlibeyt muhabbeti, birlikte yaşama tecrübesi İslam anlayışının 4 temel özelliğidir..."
Bu topraklarda birlikte inşa ettiğimiz İslam anlayışının 4 temel önemli özelliği var. Birinci özelliği; irfan geleneği olarak adlandırdığımız doğru tasavvufu, her türlü hurafeden uzak tasavvuf anlayışını, gönül felsefesini, aşkı, sevgiyi, muhabbeti bir yol, bir yöntem olarak benimsemiş olmasıdır. İkincisi; biz akıl ve hikmet geleneğini, din geleneğiyle birlikte tarih boyunca getirdik. Felsefe, dinle dünya ilişkisi, kainatın ayetleriyle Kitabın ayetleri arasındaki ilişki, niçin ve nasıl sorularına cevap vererek dini bir dogmalar serisi olarak asla kabul etmeyen, dinle akıl arasında, din-vahiy arasında, akılla kalp arasındaki ilişkiyi doğru kuran bir geleneği de biz beraberinde getirdik. Üçüncüsü; biz bir Ehlibeyt muhabbetini beraber taşıdığımız için Şii, Alevi, Bektaşi geleneklerini ötekileştirmeyen, onlardaki o muhabbeti de benimseyen bir ortak değerler manzumesi olarak gördük. Ehlibeyt muhabbeti, Hakk Muhammed, Ali anlayışı, anlayışımızın içerisinde yoğrularak gelmiştir. Kerbela hepimizin ortak hüznüdür. Muharrem hepimizin ortak değeri olmuştur. Hazreti Peygamber’in ailesi ve ona muhabbet duymak hepimizin ortak değerleri olmuştur. Dördüncü bir yönümüz de; birlikte yaşama tecrübesini biz güçlü olarak tarihten miras almış, bugüne kadar getirmişiz.
"Bin yıldır birlikte yaşadığımız Alevi kardeşimizin kendi inanç değerlerinden dolayı asla ötekileştirilmediği, özgürce kendi inanç değerlerini yaşabildiği, bütün inanç sahiplerine verilen ne haklar varsa o kardeşlerimize de verilmesi gerektiğini açıkça söylüyoruz."
Yaklaşık bin yıldır bu topraklarda zaman zaman acılara da sebep olan bu ihtilafın, bu tartışmanın sona erdirilmesi, bu topraklarda yaşayan herkesin vazifesi olmalı. Onun için biz Diyanet olarak üzerimize düşenleri biliyoruz. Bir tanesi, öncelikle daha kuşatıcı bir dil inşası. Bu sorunun bir teolojik zemine taşınarak, senin inancın, benim inancım, sen haklısın, ben haklısın tartışmasına girmeden, sadece birlikte bir ortak dil inşası için caminin içinde, dışında büyük bir çaba içerisinde olması gerekiyor. Biz, bin yıldır birlikte yaşadığımız Alevi kardeşimizin kendi inanç değerlerinden dolayı asla ötekileştirilmediği, özgürce kendi inanç değerlerini yaşabildiği, bana ve diğer bütün inanç sahiplerine verilen ne haklar varsa o kardeşlerimize de verilmesi gerektiğini açıkça söylüyoruz. Cemevleri meselesi de dahil.
Ruhban okulu meselesi...
Bu topraklarda birlikte yaşadığımız bütün dini azınlıkların hiçbirisinin kendi din adamlarını yetiştirmek için başka bir ülkeye muhtaç olmamaları gerektiğini, siyasetin kabul ettiği mütekabiliyet ilkesinin, din özgürlüğü, inanç özgürlüğü alanında ahlaki olmadığı her zaman, her fırsatta söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim. İnanç özgürlükleri ve kendi inancını yaşama, kendi inanç eğitimini verme konusunda çoğunluğun sahip olduğu bütün haklara 3 kişiden oluşan bir azınlığın dahi sahip olması gerekir. Bu da demokrasinin veya modern zamanların bir gereği değil, İslam dininin bir gereğidir.
"Son 5-6 ay içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na nispet edilen, fetva olarak haberleştirilen hiçbir bilgi, Diyanet’in verdiği bir fetva değildir..."
Diyanet İşleri Başkanlığı’na nispet edilen aile içi ilişkilere dair fetvanın Diyanet İşleri Başkanlığı’yla hiçbir ilişkisi yoktur. Aklını, ahlakını yitirmiş hiç kimsenin İslam diniyle ilgili telaffuz edemeyeceği konunun haber olarak çıkmış olması, sürdürülmüş olmasından dolayı büyük bir üzüntü içerisinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum. İkincisi; son 5¬6 ay içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na nispet edilen, fetva olarak haberleştirilen hiçbir bilgi, Diyanet’in verdiği bir fetva değildir. Takvim yapraklarından, birtakım dergilerden, birtakım kitaplardan cımbızla seçilmiş ifadelerin bugün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği fetva olarak topluma takdim ediliyor. Din İşleri Yüksek Kurulu diye 16 kişiden oluşan bir ilim adamları heyeti var, onlardan çıkan görüş sadece fetvadır, bizim hiçbir görüşümüz fetva değildir.
DiniHaberler.com.tr
- 0SEVDİM
- 0ALKIŞ
- 0KOMİK
- 0İNANILMAZ
- 0ÜZGÜN
- 0KIZGIN
Yorum Yazın