Din Görevlisi ve İrşad Faaliyetleri
İster cami içinde isterse dışında olsun, din görevlisinin asıl vazifesi insanları irşad'dır. İrşad, kelime olarak "yönlendirme, yol gösterme, rehberlik etme" gibi anlamlar taşır.
Bundan önceki yazımızda, din görevlilerinin cami içinde ve dışında irşad faaliyetleri konusunu ele almayı düşündüğümüzü ifade ederek sözlerimizi tamamlamıştık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.
İster cami içinde isterse dışında olsun, din görevlisinin asıl vazifesi insanları irşad'dır. İrşad, kelime olarak "yönlendirme, yol gösterme, rehberlik etme" gibi anlamlar taşır. Dinî bir kavram olarak ele aldığımızda ise irşad, "bir kimseyi haramdan alıkoyup helale yöneltmek; sevaplı ve salih amellere kılavuzlamak; insanları dinin emir ve yasakları konusunda bilgilendirerek rehberlik etmek" demektir. Dolayısıyla her bir din görevlisi bütün bu faaliyetleri yerine getiren kişi olarak bir mürşid'dir aynı zamanda…
İrşad kelimesi üzerinden konuya devam edelim. Çünkü irşadın aynı zamanda metafizik bir temeli de vardır.
İlk defa irşad faaliyetinde bulunan Allah Teâlâ'dır. Hata işleyerek cennetten kovulan Hz. Adem'e rehberlik ederek ona nasıl tövbe edeceğini öğreten; bu konuda ona yol gösteren; kısacası onu irşad eden, Allah Teâlâ'dır. Yine her bir peygamber aynı zamanda bir mürşid'dir. Çünkü onların ortak vasfı "el-Hâdî" olmalarıdır. Allah'ın emri ve izniyle insanları ve toplumları dalâletten hidayete yönlendirenlerdir onlar… Dolayısıyla, irşad faaliyeti öncelikle Allah Teâlâ'nın ve peygamberlerin icra ettikleri kutlu bir görevdir, diyebiliriz.
Peki, din görevlisi irşad faaliyetlerini nasıl ve ne şekilde yerine getirmelidir? Önce "nasıl" sorusuna cevap bulmaya çalışalım.
DİN GÖREVLİSİ İRŞAD FAALİYETLERİNİ NASIL YERİNE GETİRMELİDİR?
Özellikle din gibi maneviyat yüklü bir alanda görev yapan kimselerin, irşad vazifesini yerine getirirken önce kendisinin reşîd olmasına dikkat etmelidir. Reşîd olmak demek, kişilik olarak "doğru-dürüst" bir karaktere sahip olmak demektir. Kişi, kendisini reşîd biri haline getirmeden irşad faaliyetine girişecek olursa başarısızlığa uğraması kuvvetle muhtemeldir. Önce kendi nefsine hitab ederek doğruluğu ve dürüstlüğü telkin etmelidir. Çünkü bu hususta Kur'an-ı Kerim'deki uyarı gayet açık ve nettir: "Siz insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki siz kitabı da okuyup duruyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?" (Bakara, 44)
Bir başka ayet-i kerime, irşad faaliyetinde kişinin kendisini herkesten önce ayetlerin muhatabı olduğunun farkında olması gerektiğini telkin etmektedir. Tahrîim sûresi 7. ayette şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyunuz…"
Ayetteki "kendiniz ve aileniz" ifadesinde muhatabın öncelikle biz olmamız dikkat çekicidir. Allah Teâlâ bizi yaratan ve yaşatan Hâlikımız ve Rabbimiz olarak bizim çoluk çocuğumuza olan ilgimizi ve ihtimamımızı, onlara olan şefkat ve merhamet duygularımızı çok iyi bildiği halde neden önce bizi öncelemektedir? Ya da, önce onları yediren ve içiren; önce onları giydiren ve hemen her hususta önceliği ailemize, çoluk çocuğumuza veren bizler bu ayeti nasıl anlayacak ve yorumlayacağız?... Bir ismi de Kur'an-ı Hakîm olan hikmetler hazinesi mukaddes kitabımızdaki bu ifadenin elbette bir hikmeti vardır… Geliniz bir örnek ile bu önemli hususa açıklık getirmeye çalışalım.
Bilindiği üzere, uçak yolculuklarında uçak henüz havalanmadan kabin görevlileri tarafından şöyle bir anons yapılır: "Kabin basıncında bir düşüklük söz konusu olduğunda oksijen maskeleri otomatik olarak açılacaktır. Önünüze gelen maskeleri yüzünüze takarak rahat nefes alabilirsiniz. Çocuklarıyla beraber seyahat eden yolcularımızın önce kendi maskelerini, sonra çocuklarının maskelerini takmaları gerekmektedir." Kabin görevlileri de bizim rahat nefes alma hususunda önceliği çocuklarımıza verme arzumuzu elbette çok iyi bilmektedirler. Peki neden bize böyle bir telkinde bulunmaktadırlar?... Zira doğru olan, önce bizim maskemizi takarak rahat nefes alıp-verme imkânına kavuşmamız, ardından çocuğumuzun maskesini takma işiyle uğraşmamızdır. Örnekten yola çıkarak şunu söyleyebiliriz. Bir din görevlisi önce kendisini reşîd durumuna getirmelidir ki etrafındaki insanları irşad edebilsin. Önce nefsinin (kendisinin) mürşidi olmalıdır ki etrafındaki insanlara da mürşid olabilsin… Hz. Peygamber (sav) Efendimizin, "Önce kendine nasihat et, sonra insanlara…" hadis-i şerifiyle verilen mesaj da budur kanaatindeyiz…
Değerli okuyucum,
Şimdi konumuzun ikinci kısmı olan "Din görevlisinin irşad faaliyetlerini ne şekilde yerine getirmesi" hususunu ele almaya çalışalım.
DİN GÖREVLİSİ İRŞAD FAALİYETLERİNİ NE ŞEKİLDE YERİNE GETİRMELİDİR?
Her bir din görevlisi, ister insanları "yeryüzünde Allah'ın en çok sevdiği mekânları" olarak bildirilen camilere davet eden müezzin; ister bu kutlu mekânlarda mihraba geçip namazlar kıldıran imam; ister minberde insanlara hutbelerle hitab eden hatîb; ve isterse cami kürsülerinde va'z u nasihatte bulunan vâiz olsun, görev yaptığı camisini, Beytullah'ın bir şubesi olarak görmesi ve benimsemesi gerekir. Görev mahalline muhabbet beslemeden bu ulvî vazifeden istifade etmek ve ettirmek mümkün olmayacaktır. İrşad faaliyetlerinin temelinde bu "benimseyerek muhabbet duyma" vardır ve en önemli esastır.
Buradan hareketle, en önemli irşad faaliyetleri camide gerçekleştirilebilir diyebiliriz. Zira "telkinde zaman ve mekân" konusu üzerinde çalışan uzmanlar, dinî faaliyetlerin en verimli ve etkili olanının zaman ve mekân konusuna riayet edilerek yapılanlar olduğunu ifade etmektedirler. O halde, din görevlisinin vazife mekânı olan camilerde yapılabilecek irşad faaliyetlerine özel bir ehemmiyet vermesi gerekir. Cami içi irşad faaliyetleri olarak namaz, hutbe, vaaz ve mübarek günler-geceler programlarını zikredebiliriz.
Şimdi bunlar üzerinde duralım.
Her ne kadar, toplumda bazı kesimlerin, din görevlilerini "namaz kıldırma memuru" olarak tahfif etmeleriyle karşı karşıya isek de camilerde cemaatinin karşısına geçip "bir kulun Rabbine en yakın olduğu anlar olan secdelerde" o kulun Rabbiyle buluşmasına vasıta olan imam, son derece ağır ve mukaddes bir vazifeyi üstlenmiş olan kişidir. O sebeple namaz, öncesi ve sonrasıyla birlikte bir bütündür; ve her bir parçası o bütünü etkileyecek bir durum söz konusudur. Namaz öncesindeki halet-i ruhiye namaza yansıdığı gibi, namazda elde edilen manevi haz da namaz sonrasına tesir etmektedir. Bu sebeple, din görevlisi, namaz kıldırma faaliyetini irşad hizmetlerinin en başına yerleştirmeli; kıldırdığı namazdan, önce kendisi sonra da cemaati büyük bir haz ve lezzet almalıdır. Bu hususta Sevgili Peygamberimizin (sav) "ayaklarının şiştiğinin farkında bile olamayacak derece kendisini namaza verdiğini" ve bundan aldığı lezzetin ve hissettiği manevi hazzın ona ayaklarının durumunu unutturacak kadar farklı bir güzellikte olduğunu düşünmek icab eder.
Namaz konusunda şu ilavede bulunarak sözlerimizi tamamlayalım. Toplumda maalesef yaygın ama yanlış olan bir söylem vardır: "Şu namazı aradan çıkaralım da rahat rahat yemeğimizi yiyelim."
Fıkıh ilmi, ayet ve hadislerden aldığı bilgiler doğrultusunda kişinin hayatını düzenleyecek kurallar belirler. Fıkhî bakımdan meseleyi ele alacak olursak durum yukarıda söylenen sözü tasdik etmez. Çünkü namaz ile yemek, aynı zaman diliminde bir araya geldiğinde öncelik yemeğe verilir. Hz. Peygamber (sav) Efendimizin tavsiyesi de bu yöndedir. Çünkü bir kimsenin yemeğini yiyerek namaza durması, yemek esnasında namazı düşünmesinden yana ona belki sevap kazandıracaktır. Fakat namaza durup aklının yemekte kalması söz konusu olursa bu durum kendisi için hiç de iyi olmayacaktır. Netice itibariyle namazı "aradan çıkarılacak bir iş" olarak görmek ne bir mümine ne de müminlere önderlik eden imama yakışmaz!... Namaz aradan çıkarılacak bir iş değil, müminin baş tâcıdır, Mirâcı'dır… Din görevlisi için de bu en değerli kulluk vazifesini cemaatiyle birlikte ifa ettiği ulvî bir irşad görevidir.
Konuya devam edeceğiz. Sağlıcakla kalınız.
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay
- 0SEVDİM
- 0ALKIŞ
- 0KOMİK
- 0İNANILMAZ
- 0ÜZGÜN
- 0KIZGIN
Yorum Yazın