CAMİLER HAYATIN MERKEZİDİR
KISA YAZILARO kutlu mekânlar, sadece, dedelerin, babaların, ihtiyarların, ellerinden tutup evlerine götürmek için önünde beklenen; üç Cumayı geçirmemek için, cuma günlerinin takibinin yapıldığı, bayramdan bayrama, teravihten teravihe, kandillerden kandillere uğramak mecburiyetinde hissettiğimiz yerler de değillerdir.
Camiler, sadece mimarisiyle, yapılışıyla, çinisiyle, boyasıyla, cilasıyla hayran hayran baktığımız, yapılış tarzını inceden inceye süzdüğümüz, kaçıncı yüzyıla ait olduğunu anlamak için kitabelerini okuduğumuz mekânlar mıdır? Ya da Ramazandan Ramazana, kandillerden kandillere ilgimizi çeken, mahyalarına gözlerimizin kaydığı, yazılanları okuduğumuz reklam panoları mıdır? Yoksa Allah’a ibadetin randevusunun duyurusu olan ezanlarını, minarelerinden her gün beş defa işittiğimizde insanlara olan randevularımızın hatırlatıldığı saat kuleleri olarak mı görmeliyiz? Elbette ki hayır!
O kutlu mekânlar, sadece, dedelerin, babaların, ihtiyarların, ellerinden tutup evlerine götürmek için önünde beklenen; üç Cumayı geçirmemek için, cuma günlerinin takibinin yapıldığı, bayramdan bayrama, teravihten teravihe, kandillerden kandillere uğramak mecburiyetinde hissettiğimiz yerler de değillerdir. Veya sadece beli büküklerin, dizinde dermanı kalmayan, başka yerlere gidemeyen eli bastonlu insanların, evde canı sıkılanların, bir türlü zaman geçiremeyenlerin bekleme salonları, iki lafın belini kırmak, sözle sohbetle zamanı öldürmek adına toplanıp, en kıymetli nimet olan zamanı heba etmenin alanları hiç değillerdir. Yeni doğan çocuklarının göbek bağlarını caminin bahçesine gömüp daha sonra uğramayı akıllarının ucundan dahi geçirmeyen anne babaların mezarlık sahası, çocuğunun kulağına ilk olarak ezan okutulmasının anlamını bilmeyen, bir defa o ezanı duyduğunda o kutlu davete icabet etmeyen insanların, ancak mecbur kalındığında cenazeyi defnetmek için uğranıldığı, imam efendinin “nasıl bilirsiniz” sorusuna cemaatin “iyi bilirdik” cevabıyla yalancı şahitliklerin yapıldığı yerler de değildir elbette!
Evet, maalesef bugün cami dendiğinde, cemaat dendiğinde bunları anlar olduk. Camilerin şekline şemailine takılıp, içindeki ruha, ifa ettiği manaya, üstlendiği misyona vakıf olamadık. Hâlbuki oralar, bütün yolların kendisine uğradığı mekânlar, hayatta yorgun, bitkin düşenlerin dinlenme alanlarıdır. Oralar, kullukta gücü ve takati kalmayanların, maneviyat depoladıkları yerler olarak görülmeli. Bakın! Peygamberimiz (s.a.v.)’in Medine’ye hicret eder etmez ilk iş olarak mescit inşa ederken, hem yerleşim yerinin merkezini belirlemiş hem de oluşacak İslam medeniyetinin merkezini takdir etmiştir.
O’nun zamanında mescitler aynı zamanda yuvasızlara yuva vazifesi görürken, ilim tahsili içinde bir okul ve külliye olarak işlev görmüştür. Devlet işleri dahi orada karara bağlanmıştır. Merhametin insanla buluştuğu yerler de yine oralardır. Saçılan kalpler orada bir araya gelir, nifak tohumları ittifak meyvesine dönüşür. Kardeşliğin ne demek olduğu oralarda anlaşılır.
Cemaat, birlik olmaktır; toplanmaktır, toparlanmak ve kendimize gelmektir. İhtilafların, ayrı-gayrının, riyanın, kibrin, bencilliğin, kıskançlığın muhabbetle sevgiyle eritildiği yerlerdir. Orada kalplerle, gönülden gönle yol kurulur, yan yana omuz omuza durmanın muhabbeti oluşur, nice sevgiler meyveye durur.
Müslümanların bölük pörçük oldukları, tefrika tohumlarının kök saldığı, aynı binada oturdukları halde birbirini tanımayan insanların olduğu, adeta kalabalıklar içerisinde yalnızlıkların yaşandığı bir zamanda caminin ve cemaatin önemi daha iyi anlaşılıyor. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Mescitlere devam edeni gördüğünüzde onun tam manasıyla Müslüman olduğuna şahit olunuz.” (Tirmizi) buyuruyor.
Evet, mümin olarak mahkeme-i kübra’da beraat edebilmemiz için lehimize şehadet edecek, omuz omuza namaz kıldığımız kardeşlerimizin bulunduğu camiler hayat bulma, hakikat soluklama yerleridir. Bütün sıkıntılara, huzursuzluklara çareler orada aranırken saadetin, mutluluğun kapısı da yine orada aralanır. İzzete ermek, ikrama ulaşmak oralarda daha da mümkündür. Yaradan’a el açmak, boyun bükmek, secdeyle ona yaklaşmak camilerde daha bir anlamlıdır. Topluluk içerisinde, farklılığın farkı yine orada anlaşılır. Birlikte olmanın, bir ve diri olmanın; bir binanın tuğlaları, bir vücudun uzuvları gibi olabilmenin harcı, tekbirlerle, tahmitlerle, tespihlerle orada yoğrulur, imamın komutuyla orada karılır, dualarla temeli orada atılır. Bu nedenle olsa gerek Resulullah’ın huzuruna bir ama gelip:
“Ey Allah’ın Resulü, ben âmâyım; beni camiye götürecek kimsem de yok, namazlarımı evde kıla bilir miyim” diye müsaade isteyince, Rasulullah: “Ezanı işitiyor musun?” diye sorar. Âmâ: “Evet, işitiyorum” cevabı üzerine Rasulullah: “Öyleyse davete icabet et.” (Müslim, Kitab’ül-Mesacit) diy yine camiyi, cemaati emir buyurması, cemaat olmanın önemini ne kadar güzel ifade etmektedir. Çünkü camiler, adeta tatlı su kaynağı gibidirler; hayatta kalmak için koşuşur müminler oraya. Cemaatten uzak olan şeytana yakın olur. Kurtların, çakalların cirit attığı bir dünyada ayrı olmak, birlikten beraberlikten kopmak, akıl kârı değildir.
Kur’an’ın talim edildiği, nice ilim tahsillerinin yapıldığı, herkesin birbirinin dualarına âmin temennileriyle iştirak ettiği, zikirlerin toplu olarak arşı alaya yükseldiği, rahmet esintilerinin hissedildiği, rahmete topluca ulaşıldığı mekânlar da yine camilerdir. Oralarda kulluk için gerekli disiplin eğitimi verilir. Birlik içerisinde yapmamız gereken görevler hatırlatılır, edep, adap öğretilir ve hayâ uygulanır. Misafir gibi hareket edilerek dünyadaki misafirliğimiz hatırlanır. Oralarda eşitliğin hazzını lezzetini tadarken takvada üstün olmak için yarışılır kıyamla, rükûuyla, sücutla. O kutlu mekânlarda amir memurla, ağa hizmetçiyle, işçi işverenle, aynı safta omuz omuzadır; biri diğerinden zengin olduğu için ne önde, biri hizmetçi olduğu için ne de geridedir, herkes sıkı bir saf içerisinde fert olarak Allah’ın huzurundadır. Herkes en üst makamda yani kulluk makamındadır, buralarda kibirli kibrinin kırılmasıyla, terbiye edilmekte, kendini hakir gören, dibe köşeye itilmiş gibi algılayan ise bu hastalıktan kurtulma terapisine tabi tutulmaktadır.
Evet, Beytullah’tır oraların adı; Allah’ın evleridir. Mekândan, zamandan münezzeh olan Allah, ev sahibidir. Hazinesi sonsuz, ikramı sınırsızdır. Misafirse bizleriz. Bizler, muhtacız O’na, hem de bütün zerrelerimizle. Dışarıda ayazdayız; aç ve susuz tehlikelerle dolu bir dünyada yaşıyoruz, karanlıklarda yol bulmaya uğraşıyoruz. Böyle bir durumda günde beş defa çağrılıyoruz o kutlu mabede, gitmemek akıl kârı mıdır? Soruyorum.
Rivayet edildiğine göre semavi kitaplarda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde benim evlerim camilerdir, o evlerde beni ziyaret edenler, o evlerin tamircileridir, evinde temizlendikten sonra beni evimde ziyaret edenlere ne mutlu, ziyaret edilenin şanına düşen ve azametine yakışan, ziyaretçilerine ikramda bulunmaktır.” (İbni Mace, Maceh)
Düşünün bir, ne kadar ehemmiyete haiz davet ki icabet edildiğinde belirttiğimiz birçok faydanın yanında orada cemaatle kılınan namaza yirmi yedi derece sevap veriliyor, davete kulak verilmediğinde ise ümmetine çok düşkün olan Peygamber (s.a.v.)’in öfkesine muhatap oluyor insan. Buyuruyor ki Kâinatın Efendisi:
“İçimden şöyle geçiyor: Odun yığılmasını emredeyim; odunlar yığılsın, namaz için ezan okunsun, daha sonra bir adama imam olmasını emredeyim ve namaza gelmeyenlerin gidip evlerini yakayım.” (Müslim ve Buhari)
Evet, camiler bu kadar rahmete vesileyken. Camiye giden her insanın bu güzellikten nasibdar olmayışını, nasıl yorumlamalıyız? Adeta sağanak sağanak yağan rahmet yağmurunun altında ıslanmayanlara ne demeli? Kabını kacağını dolduramayanlara, evlerine boş dönenlere, hala kalpleri yumuşamayanlara, gözleri gönülleri hakikate açılmayanlara, birlik için bir araya gelip kin ve nefretle ömrünü geçirenlere ne demeli, diye haklı olarak aklınızda soru işaretleri olabilir. Bu geniş bir konu olduğundan burada değinmeyeceğiz; ancak şu kadarını bilmek gerek: Cemaat şuurunun oluşmadığı, cemaatteki gayenin anlaşılmadığı toplumlarda, camilere gelip gitmenin, safta sıra sıra durmanın, birbirine omuz vermenin, beraber tekbirlerle kıyama dönmenin, rükû ve sücutları adeta bir kumandanın emriyle eda etmenin anlamına vakıf olunmadan kılınan bu namaz, insan için yirmi yedi derece sevaba vesile olsa da beklenen asıl menfaate ulaştırmaz.
Manalardan soyutlanmış bir ibadet sadece kendi etrafında dönüp durduracak kadar bir zevkten başka ötelere insanı taşıyamaz; işin özüne inmeli, her şekli değerli eden, her yazıyı kıymetli kılan onların ifade ettikleri şeylerdir. Onların taşıdığı anlamlardır. Bütün ibadetlerde bunu böyle düşünmeli, vesilelere yükleyebildiğiniz kıymet ne kadarsa gideceğiniz mesafede o kadardır. Bunun için Allah’a kul olduğumuzun bilinciyle hareket etmeli, onun rızasını arzu etmeliyiz. Yerine getirdiğimiz ibadetleri kabuğuyla değil özüyle yaşamalıyız. Yani özet olarak: Yaptığımız ibadeti niye ve kimin için yaptığımızı bilmeli, cemaatte bir arada olmanın gayesini anlamalı, ihlas ve samimiyet içerisinde olmalıyız. Böyle olursak -ibadetlerin asıl mükâfat yeri ahret olmasına rağmen- bu dünyada da o mükâfatların gölgeleriyle itminana kavuşur, mutlu olur, insanlarında huzurlu olmalarına, birlik beraberlik içerisinde yaşamalarına, İslami bir hayat sürdürmelerine de vesile olmuş oluruz.
Selam ve dua ile…
Diyanet Duyurular Sayfamız için TIKLAYINIZ
Diyanetliler Platformu Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ
Dini Haberler Grup sayfamıza katılmak için >>> TIKLAYINIZ
İlginizi Çekebilir
Yılbaşına, yılsonuna değil, YOLUN SUNUNA odaklan
Köşe Yazarlarımızdan A. Raif Öztürk'ün gündeme dair yazısı. Yılbaşına, yılsonuna değil, YOLUN SUNUNA odaklan
Şeflerin Çilesi
Yılların birikimi tartışılmaz tecrübeleri ile kurumların olmazsa olmazı şeflerin bu haktan istifade edebilmeleri ve mahrumiyetlerinin giderilebilmesi için yetkililer acilen onları da bu yasanın kapsamına dahil etmelidir.
MEVLİDİ NEBİ
Kandiller; öze dönüşün, Yüce Yaratanımıza yürekten yakarış ve yönelişin, günahlarla kirlenmeye yüz tutmuş gönüllerimizi arındırmanın, geçici olanla kalıcı olanı fark etmenin, kalp gözümüzü açıp gönül dünyamızı temizlemenin fırsatı olan, nefsin yanıltıcı arzu ve isteklerinden uzaklaşmanın imkânlarını sunan kutlu zaman dilimleridir.
Hırslı Değil Azimli Çocuklar Yetiştirmeli
Günlük hayatımızda sürekli birileri ile yarıştırılmaya alıştırılmış çocukların, büyüdüklerinde de arabalarının markasını, gittikleri yerleri, ilişkilerini, başarılarını ve hatta ebeveynliklerini yarıştıran kişilere dönüşebildiklerini görmüşüzdür.
Kur’an-ı Kerim’i herkes anlar mı?
Kur’an-ı Kerim’den herkes kendi ölçülerine göre anlar. Ama o uçsuz bucaksız bir deniz gibidir, dalmayı bilenler ondan daha ne inci mercanlar çıkarırlar.
DİNİ KENDİNİZE BENZETMEYİN...
Şu Dermirel'i evliya diye ilan edin, olsun bitsin...